Bir toplum modernleşebilir, ancak bu toplumun medeniyetleştiği anlamına gelmez. Modernleşme, daha çok dışsal değişimi ifade ederken, medeniyetleşme içsel bir süreci gerektirir. Bu nedenle, modernleşme her zaman medeniyetleşmek demek değildir. Modernizm kelimesi, eski Latincedeki “modernus” kelimesinden alınmıştır. Modernizm, genelde 19. yüzyıl sonu ile II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar olan dönemde büyük çaplı değişimleri tanımlamakta kullanılan bir terimdir. Sürekliliği ve akışı ifade eden bu kavramın belli bir sonundan bahsedilmez. İçinde yaşanılan modern toplumda yer almak, kendini gerçekleştirmek, kişinin birtakım statüler edinmesiyle mümkün olmaktadır. Modern toplum, insanlara eğitim, öğretim vb. yollarla statü kazanma imkânları sunmaktadır. Vance Packard, modern toplum insanını “statü arayanlar” olarak nitelemektedir. Modernizmin topluma yansıyan boyutu, bireycilik şeklinde ortaya çıkmaktadır. Modern uygarlığın en büyük kazanımı olarak görülen bireycilik, kimilerine göre insanın kozmik bütünlükten kopması veya dünyanın büyüsünün çözülmesidir.
Taylor, 18. yüzyılda Batı’nın modernleşmesi ile insanları geleneksel dünyadan koparıp bireyselleştirirken onlara kendini gerçekleştirebileceği yeni imkânlar da sunduğunu belirtmektedir. Modernizmde bireysel sözcüğü, insanın kişisel özgürlüğünü vurgulamak yerine, garip bir biçimde sıra dışılığı ifade etmeye başlamıştır. Birey kelimesi, modern bir tanım olup cinsiyet, değer, inanç gibi tanımları kapsamaz. Birey denildiğinde, tüm hakları kendine özgü, saklı ve dokunulmaz olan bir kavramdan bahsedilir. Bu kavramın modern karşılığı hümanizmdir. Sonraki yüzyılda akılcılık diye bir kavramla akıl, dine karşı üstünlük kazanmış ve dinin yerini laik uluslar almıştır. Devamında gelen Aydınlanma döneminde ise din ve geleneklerden arınmış demokratik akılcılığın hâkim olduğu zamanlar ortaya çıkmıştır. Bu dönemler, ruhun ve maneviyatın göz ardı edildiği, aklın gücünün yükseldiği ve inancın küçümsendiği lakin onsuz da olunamayacağını gösteren bir dönem olmuştur.
Batılı etki, Batı dışı toplumları ticaret, yasama, eğitim ve sanayileşme yoluyla geleneksel yaşam tarzlarını çökertmiş ve bu toplumların saygınlıklarını bertaraf etmiştir. Modernizmde kendini gerçekleştirme, benlik merkezli biçimler haline gelmiştir. Taylor’a göre benlik merkezli biçimler, kişinin yakınlıklarını salt araç konumuna getirerek doyumun merkezine bireyi koymuş ve insanları toplumdan itmiştir; köktenci bir insan merkezciliği beslemiştir. Bu benmerkezcilik insan hayatına sahte değerler getirmektedir. “Yaşamın anlamı nedir?” sorusuna verilecek cevap, kutsallarından sıyrılmış bir insan için materyalist, kapitalist ve hümanist getiriler olacaktır. Modernizmin dayattığı insan tipi "homo economicus"tur (Bireyin sadece çıkarlarına odaklanması). Hayatı sadece üretmek ve tüketmek fiillerinden ibaret gören, bunun dışında hiçbir ahlaki değer yargısı taşımayan ve menfaatlerini temin için geliştirilen vasıtaları hayatın gayesi haline getiren insan, daha çok kazanmak ve daha iyi bir statü elde etmek için çırpınıp duracaktır. Bu çırpınış aynı zamanda modern toplumun gereği ve dayatmasıdır. Bireye amaçlar dikte edilir, oysa bireylerin ellerindeki araçlar genellikle bu amaçları gerçekleştirmek için yeterli değildir. Sınıflı toplum, yükselmeyi özendirmekte; ancak fırsat eşitliğine rağmen bu amaca ulaşmak için gereken araçların eşit dağılımını sağlamamaktadır. Toplumun tabakalı (eşitsiz) yapısı bunu engellemektedir. Özlü bir ifadeyle söylemek gerekirse, “Dünyada iki büyük trajedi vardır: İlki insanın çeşitli duygularını tatmin edememesi, ikincisi ise bütünüyle tatmin etmesidir.”
Modernizmde şahsiyetinden tecrit edilip üniform hale getirilen insan, kendi hayatına bir proje muamelesi yapmaktadır. Kişinin çalışma yeri, geliri, becerisi, hareketliliği, gücü, ailesi ve kişisel kimliği, modernizmin kurumlarının yaygın normlarıyla mikro düzeyde uyuşmasına bağlıdır. Tersi, “elverişli iyi yaşamın” dışına atılmaktır. Modernizmin gerektirdiği insan tipi olamayanlara toplum, “yabancılar” (ya da “öteki”) gözüyle bakar. Modernizm, tektipleştirdiği ve süreklilik arz eden üretimin varlığıyla anlam bulmaktadır. İçsel kabulleniş ve dilsiz komutlarla ilerlemeyi hedeflerken aslında içi boş, ruhsuz ve maneviyatsız topluluklar üretmiştir. Aydınlanmış rasyonel bireylerin en önemli hedefi özgürleşmeleridir. Aklın, iradenin ve fikrin üzerindeki bütün vesayetlerden kurtulup üretken, verimli, yararlı ve yaratıcı bir sosyo-ekonomik düzen kurarak tüm dünyaya barış, huzur ve güven vadetmişlerdir. Ancak çok kısa bir zaman içinde, pratik boyutun tam tersi gerçekleşmiştir. Aydınlanmanın rasyonel ve profesyonel ideallerinin çarpıcı sonuçları tarihe yansımıştır. İki dünya savaşı, Avrupa emperyalizmi, materyalizm ve kapitalizm, dünyanın günümüze yansıyan buhranlı sahneleridir. Bu savaşların ve düşünce modellerinin modernizm fabrikasyonu olup yıkıcı etkileri hâlen devam etmektedir.
Modern dünyanın refah seviyesini artırma çabalarından sadece bir tanesi; virüs üreterek salgınlar üretmek, dünyayı toksiklerden temizleyip yaşanabilir bir düzeye getirmektir. Siyah ırk ayrımcılığı, Holokost ve Roman ırkına karşı yapılan katliamlar, 19. yüzyılda modernizmin yüksek revaç dönemlerine denk gelir. Dolayısıyla çağdaş, modern, ulusçu atıflarıyla servis edilen dayatmacı reformun karanlık yüzü ortaya çıkmıştır. Modernizmin vaatleri arasında popülaritesi yüksek olan özgürlük kavramı vardır. Modern Batılı düşünürler, insanın yaşam serüvenine yön veren tarih, din ve gelenek gibi yapıları ortadan kaldırmıştır. Düşünürlere göre özgürlük, metafiziğin, ruhaniyetin, tarihin, inancın, geleneğin, sınırların, kayıtların, amaçların ve erdemlerin yükünden kurtulmakla mümkün olmaktadır. Bireyin sınırlardan ve tahakkümden arınmış yaşaması kabul edilmekteydi. Sınırsız istek ve arzular ile yönlendirilemeyen hayatlar, biyolojik ve fizyolojik barbarlıklarla sonuçlanıyordu. Özgürlüğün asıl tanımı bilinememekle birlikte despotik yapılar, bilinmesini arzuladıkları kavramları ve (şeyleri) pazarlamaktaydılar. Bu pazarın satıcıları, insan hürriyetini ayaklar altına alarak modern ve özgürlüğe karşı ruhları ve düşünceleri satılmış bireyler üretmişlerdir. İnsana ve topluma yön veren ana değerler olan akıl, erdem, iyilik, doğruluk, güzellik, şefkat ve merhamet gibi kavramlar yok sayılmakta; bunların yerine verimlilik, kâr, çıkar, koşturmaca, anlık siyasi, fiziki, hissi ve entelektüel hazlar önemsenmiştir. Dolayısıyla modern düşünce; iyiyi, güzeli ve birbirinden ayırarak kendini intihara sürüklemiştir. (Tolstoy)
Medeniyet kelimesi sosyolojik bir kavram olup, Batı'da ilk kez Fransızca “civilisation” olarak 1757 yılında kullanılmıştır ve Türkçeye de bu şekilde tercüme edilmiştir. Arapçada “şehir” anlamına gelir ve müdûn köküne dayanır. Medenî (medeniyye) ve medînî ise “şehre mensup olan, şehirli” anlamına gelmektedir. “Belli yasalara uyarak şehirde yaşayan halk” anlamındaki uygurdan türetilen uygarlık kelimesi de günümüz Türkçesinde medeniyet karşılığı olarak belli bir yaygınlığa sahiptir. Medeniyet teriminin düşünce tarihi boyunca kazandığı anlamların ortak noktası, şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda mümkün kıldığı birikim, düzey ve fırsatları ifade ediyor olmasıdır. Bununla birlikte kelime çeşitli zihniyet dünyalarında farklı şekilde kavranmış ve tanımlanmıştır.
“İnsanın tek başına karşılayamayacağı ihtiyaçlarını dayanışma, yardımlaşma ve iş bölümü çerçevesinde gidermesi ve kendi türüne özgü yetkinliklere ulaşması için toplumsal bir hayat oluşturması zorunludur.” (Farabi)
“İnsanın insani ihtiyaçlarını gidermesi ancak bir toplum içinde mümkün olup, bu birlikteliğin iş birliği ve adalet temelli olması gerektiğini savunur.” (İbn-i Sina)
İbn Haldun'a göre, insanların birlikteliği dünyanın bayındırlığı anlamına gelir. Tabiatı gereği medenî olan insan için bu birliktelik, yani ümran, zorunludur. İbn Haldun’a göre, insan türü ve bekasının devamı için bir arada yaşama ihtiyacından doğan en büyük medenî topluluk şehirdir ve ümran da bunu ifade eder. İbn Haldun, kültürün ve medeniyetin gelişimi için gerekli olan ilimlerin ancak ümranın ve yüksek bir hadaretin bulunduğu yerlerde gelişebileceğini belirtir. Ona göre sanatlar da sadece hadarî toplumlarda ve ümranın ilerlemesiyle mükemmelleşir. İnsanın gelişimi ile medeniyetin gelişimi ve çöküşü arasında birebir ilişki kurarak, toplumu canlı bir organizmaya benzetir. Bu bağlamda, tıpkı insanın kırk yaşında bedensel gelişimini tamamlayıp duraklama ve gerileme sürecine girmesi gibi, ümranın da bir ömrü vardır; bir dönem gelişir, ardından geriler.
İnsan tabiatı gereği kültürle varlığını sürdürür. Kültürü, hayatın kaynağı ve beşerin faydası olarak kullanmak, insanın ilahi yörüngeye tabi olmasına bağlıdır. Kültürsüz sürdürülemeyen tek şey toplumdur. Kişileri toplum yapan ise eğitimdir ve eğitim dinseldir; farklı inançları içinde barındırır. Toplumlar zanaat ve barınma ile yerleşik düzene geçerek devletleşirler. Devletleşme süreci zorlayıcı olmakla birlikte büyük bir gerekliliktir. Gelişen ve büyüyen toplulukları refah ve huzur içinde bir arada tutmanın formülü, kuralların bilgeler tarafından çizilen yollarla siyaset, hukuk ve iktisat çerçevesinde oluşturulan düzenle sağlanabilir. Devlet, akılcıdır ve en karmaşık sistemdir; aklı besleyen ise metafiziktir (din, Allah inancı). Devletin zaman içinde ortaya çıkması bir karma kültür sonucudur ve buna medeniyet denir.
Anadolu medeniyetleri, ilkçağ medeniyetleri arasında yer alır. Ancak medeniyet dünyanın her yerinde ortaya çıkmamıştır; her kültür medeniyetleştirilememiştir. Bu durum, toplumların geri kalmışlığı ya da kültürsüz olduğu anlamına gelmez. Medeniyet, farklı kültürleri barındıran bir üst yapıdır ve her medeniyetin bir merkez kültürü vardır. İslam medeniyetinin merkez kültürü, 6. yüzyıl Hicaz bölgesidir (Mekke-Medine); Avrupa medeniyetinin merkez kültürü Paris’tir,günümüz medeniyetinin merkez kültürü ise İngiltere ve Amerika'dır. Medeniyetlerin sunduğu renkler ve fikirler, merkez kültürlerin yansımalarıdır. Çağdaş medeniyetin ise işlevini yitirmiş ideolojilere dayandığını ve bu ideolojilerin kapitalizmi beslediğini söylemek mümkündür. Dünya, tek tipleştirilen bir sömürgecilik ile karşı karşıya kalmış, bu da emperyalizme yol açmıştır.
Aliya İzzetbegoviç, medeniyetin çok bilinmeyenli bir denklem olduğunu ifade eder. Ona göre medeniyet, kavramları birbirine çarptıran bir denkleme dönüşmüştür: Bireycilik aileye, kent şehirliye, fonksiyon mimariye, ilaç hastalığa, demokrasi barışa, bilim sanata, sanayi zanaata karşı özerklik kazanmıştır. Medeniyet, insan ve doğa arasındaki alışveriştir. Toplumların refah seviyelerinin artmasıyla beraber, bir çöküş sürecine de girdikleri savunulur.
Medeniyet adı altında dünyaya öğretiler savuran ülkeler (Amerika, Fransa, İngiltere, İspanya, Hollanda gibi) asırlar boyunca köklü medeniyetlere sahip toplumlara barbar olduklarını kabul ettirmişlerdir. Amerika’nın Aztek katliamı, Afrika’nın sömürgeleştirilmesi ve Holokost gibi tarihin en büyük kıyımları, medeniyetin zirve yaptığı dönemlerde gerçekleşmiştir.
“Medeniyet” kelimesi, Medine yani şehir anlamına gelir. Şehirde akıl ve müzakere yoluyla sorunları çözmek demektir. İslam medeniyeti, üstün bir medeniyettir. Peygamber Efendimiz(Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Yesrib’e Medine adını vererek burada Yahudi, Hristiyan ve Müslüman olmayanlarla yaptığı anlaşmalarla (Medine Vesikası) adaletin ve birlikte yaşamanın temellerini atmıştır. Bu vesikalar, akıl ve müzakere yoluyla atılmış adımlardır ve halen dünyaya yön verecek niteliktedir. İslam ruh, akıl ve erdem medeniyetidir.
Medeniyet, toplum yararına sınanmış bilgi ve teorilerin yasalaşması, teknik gelişmişlikten ziyade fikir olgunluğudur. Uluslararası bir mahkemede verilen bir hükmün anayasa haline gelmesi ya da bir çiftçinin ziraat sanatına uygun hareket etmesi de medeniyettir.
Zamanla sekülerleşen medeniyetler, modernizmin etkisinden kurtulamamış, köklü kadim medeniyetler ise hızla büyüyen modernizm karşısında kendilerini yenileyememişlerdir. Bu nedenle birçok medeniyet kayıplar vermekte ve kan kaybetmektedir. Ruhani kökenlere sahip medeniyetler, geri kalmış, çağdışı olarak asimilasyona uğramışlardır. Günümüz verileri, 21. yüzyıl medeniyetinin modernizmin normlarıyla entegre olduğunu göstermektedir.
Kaynakça:
Teoman Duralı, Medeniyet Söyleşileri
TDV İslâm Ansiklopedisi