Bilgi, insan hayatını yönlendiren bir kuvvete sahiptir. Çünkü insan, öğrendikleri ile hayatını şekillendirir. Bu durum temelde insanda hayati bir önem taşır. Çünkü insan bildikleri ile yaşar ve hayatını yönlendirir. Tarihten bu yana bu bilgiler binlerce insan tarafından düşünülmüş, denenmiş, tecrübe edilmiş ve kanıtlanmaya çalışılmıştır. Bizzat peygamberler tarihini incelerken bu çabaya rastlayabiliriz.
Hz. İbrahim’in, inanç dünyasını oluşturmaya çalışırken elde ettiği akli veriler bizlere, kendisine tapınılacak bir ilahın olması gerektiğini ve bu ilahın özelliklerinin ne olması gerektiğini öğretti.
Hz. Yusuf, İbrahim peygamberin tecrübesi ile kanıtlanmış bu ilahın öğretilerinin hakim olması durumunda bir toplumsal huzur oluşturdu. Bu şekilde belki de ilk defa Mısır tarihinde görülmemiş bir sosyal denge meydana gelmiş oldu.
Musa peygamberin Allah’ı görmek istemesinde yatan rasyonalizm ve materyalizm temelli sorgulamaları ile yaratıcı ve kul arasındaki bağda; mutlak ile mukayyedin bir arada bulunamayacağı, bu bir araya gelememenin de mutlak ile mukayyedin sınırlarının yok olması sebebinden ileri geldiği ispatlamış oldu.
Bu şekilde Hz. Muhammed’e gelene kadar her peygamber, bugün edindiğimiz bilgilerin denemesini ve temellendirmesini yaparak esasında önümüze bir bilgi yolunu açmış oldular. Her ne kadar bugün bilgiye dair hala şüpheci yaklaşım bulunsa da aslında inanç,günlük yaşam, dünyamızı oluşturan zemin bilgilerimiz hayatımızı şekillendirmektedir.
Sürekli hareket halinde olan dünya yaşantısının getirdiği dinamikler bizi bir denge üzerinde sabitledi. Yani tüm dünya insanları, ortak bir bildiri de birleşip “işte hakikat budur.” diyemese de esasında ilmi tespitler hakikatin ortaya çıktığını göstermektedir. Böyle bir ortamda insana düşen şey, peygamber kaynaklı olan bu müfredatı doğru bir şekilde öğrenmek ve bu ilk müfredatın gerçekten nebilerin icadı olduğunu unutmamaktır.
Tam da burada devreye bir eğitim metodu olarak ilmi ve entelektüel beslenme girmektedir. Günümüz eğitim anlayışının bize sunduğu yöntemler iki çerçevede ilerlemektedir. Bu iki ayrı yöntemin birbiri ile bağlantısının olmadığı zamanlarda esas amaç yerine gelmemektedir. Bir yandan bilginin düzenli, sistemli, kitabi, kaynağa dayalı ve ezberci bir yöntemle öğretildiği ilmi yöntem bulunurken; öte tarafta genel kültür merkezli, uzmanlık alanı dışında da fikir ürettiren, globalleşen dünya şartlarına uygun olarak her alana dokunan bilgilerle entelektüellikten doğan bir yöntem bulunmaktadır. Bu iki yöntemin bir arada bulunmadığı bir zihinde ise hakikat arayışı ne yazık ki “bilgiler yığını”na kurban gitmektedir. Kişi çok şey bilmekte ama aynı zamanda hiçbir şey bilememekte ve bildiklerini bir sonuçla bağlayamamakta.
Sonuç olarak baktığımızda alim ve aydın kesim arasında oluşan farklar ikisi arasında bir seçim oluşturmakta ve bu seçim benimsenecek bilgi yollarını çoğaltmaktadır. Bilgiye ulaşma kolaylaşırken hangisine tabi olunacağı konusunda şaşkınlıklar meydana gelmektedir. Buna bağlı olarak alimlere ve aydınlara karşı oluşması gereken güven de sarsılmaktadır. Kendini ilim ve bilgi yolunda gören ve hisseden insanlar bu konuda hem ilmi bilginin şuuru hem de entelektüel bilginin gerekliliği ile hareket etmeli ve bu iki temel alanı da boş bırakmamalıdır. İlmi temel olmadan sadece entelektüel bilgi, ayağı yere basmayan ifadeler yığınından başka bir şey değildir. Sadece işin ilmini alıp etrafında gezen harici bilgilerle donatmadıktan sonra ilim, kişiyi taassuba düşürmekten kurtaramayacaktır.