Eğitim, başlı başına evrenin kanunlarını tanıtma ve fertleri kusursuz işleyen bir sisteme uyumlu hale getirme amacı taşımaktadır. Kusursuz işleyen bir evren tasavvuru insanı bir anlam arayışına götürmektedir. Bir yaratıcı fikri olmaksızın evreni anlamlandırmak imkansızdır. Modern çağın en büyük handikaplarından biri ne yazık ki, eğitim anlayışındaki tanrı tanımazlıktır. Bu denli bir eksiklik eğitim sisteminin bütünüyle çökmesini netice vermektedir. Eğitim kalitesini teknik ve fendeki gelişmelerle kıyaslamak akıl kârı değildir. Nitekim dünyanın halihazırda geldiği noktada nükleer silahların bir seferde on binlerce insanın ve sayısız canlının yok edilmesi amacıyla kullanılması bir yaratıcının varlığını hesaba katmamanın sonuçlarından biridir.
Günümüzün eğitim anlayışı tamamıyla dini vicdanlara hapsetme, dine ait tüm öğeleri günlük hayatın dışına itme amacını taşımaktadır. Bu anlamda çocuklara anaokulundan başlayarak üniversiteye kadar verilen eğitimle seküler bir bilinç aşılanmakta, dolayısıyla yaşam tarzları bu bilinç çerçevesinde şekillenmektedir.
Sekülerizmin ortaya çıkışı Rönesansa dayanır. Rönesans batıda kilise despotizminin mağlubiyeti, gelişme ve ilerleme yanlılarının galibiyeti açısından bir dönüm noktasıdır. Rönesans öncesi dönem, batılıların tabiri ile tam bir “karanlık çağ” dönemiydi. Hristiyanlığın dünyevi problemleri çözmeye yönelik kapasite darlığı ile beraber din adamlarının çözüm arayışı içerisinde olanları aforoz etmesi, keza binlerce insanın sırf gelişme ve ilerleme yanlısı olduğu için vahşice yakılarak katledilmesi süreç içerisinde din düşmanlığının yaygınlaşmasını netice verdi. Kilisenin skolastik düşünce tarzında aşırıya gitmesi tam aksi yönde bir aşırılığı getirdi.
Şu hakikat hiçbir zaman unutulmamalıdır ki; her aşırılık tam tersi bir aşırılığı doğurur.
Batıda bunlar yaşanırken İslam dünyası en parlak dönemini yaşıyor, İslam sancağı Viyana kapılarına kadar dayanıyordu. Sonraları “Lâle Devri” diye anılan bu parlak dönem, Müslümanların rehavete düştüğü zevk ve sefahate yöneldiği bir döneme evirildi. Zenginlik ve refah, saray erkanının halktan kopmasına neden oldu. Başlarda Eğitim sistemi medreseler aracılığıyla hem fenni hem dini ilimler olarak yürütülürken medreseler bu anlamda yerinde saymaya çağın gerisinde kalmaya başladı. Medreseler giderek sadece fıkhi meselelerin etrafında dönülüp durulan kısır bir eğitim merkezine dönüştü. İslam’ın özünde bulunan hareket ve tekâmül anlayışı unutuldu.
Netice olarak, durgun suyun kokması gibi Müslümanların durgunluğu da İslam dünyasında kokuşmuşluğa ve bozulmaya neden oldu.
Osmanlı’nın gerileme dönemi, batının yükselme dönemine tekabül eder. Batının yükselişi dünyanın her tarafında kıtalar işgal edip sömürgeler oluşturmasıyla hız kazandı. Batılı ülkelerin bu denli yükselişi, Müslüman yöneticilerde batıya karşı bir hayranlık vücuda getirdi. Bu hayranlığın neticesi olarak, ne yazık ki; doğru yanlış ayırt etmeksizin her bakımdan batı mukallitliğine soyundular.
Ne hazindir ki, Osmanlı can çekişiyor fakat; kurtuluş çaresini düşmana benzemekte arıyordu. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu arkasında büyük bir enkaz bırakarak tarih sahnesinden ayrıldı.
Müslümanlar artık başsız kalmış darmadağın oluvermişlerdi. Her biri birer kukla olan yöneticiler bu yaşananlardan ders çıkarmak şöyle dursun, batıda ne kadar kanun ve sistem varsa hepsini birebir ithal edip uygulamaya soktular. Özellikle ülkemizde harf inkılabı adı altında başlayan eğitim sistemindeki değişim, toplumu dönüştürmenin en önemli basamağını oluşturuyordu. İşin başlangıcında baskıyla dayatılan şeyler nesiller boyu eğitim yoluyla tamamen benimsetildi. Ve günün sonunda; müslüman(!) ama batılı gibi düşünen, batılı gibi yaşayan ve dahi ahlâken batının bile aşağısına düşen bir toplum oluşturuldu. Maalesef bu gidişat insanlık açısından pek de iç acıcı bir gelecek vadetmiyor.
Bu tehlikenin farkında olan birçok gayretli Müslüman ise batıdan gelen her türlü yeniliği düşman addederek taassuba yöneldi. Geçmişte şeytan denilerek evlere televizyon alınmazken, şu anda çok daha tehlikeli bir versiyonu ceplerde taşınıyor.
Sürekli olarak geçmiş özlemi ile “Ah ecdadımız! Vah ecdadımız!” diyerek iç geçirmekten başka yapılabilecek şeyler muhakkak ki vardır.
Nitekim, tarih sürekli yad etmek için değil tecrübe edinmek için öğrenilir. Bize düşen öncekilerin yaptığı hata ve ihmallerin telafisi için uğraşmak ve nesillerimizi çağın gerektirdiği şekilde her bakımdan donanımlı fertler olarak yetiştirmektir.
Batıdan ithal edilen eğitim sistemindeki müfredatı şu an için değiştirmek mümkün olmayabilir. Fakat bu müfredatın kişide oluşturduğu çelişkileri ortadan kaldırmak için bütüncül bir bakış açısı kazandırmak mümkündür. Şayet, temele iman hakikatleri yerleştirilirse; sonrasında üzerine konulan her bir bilgi, imanı daha da kuvvetlendiren bir tuğla görevi görmeye başlar.
Bununla beraber bir yeniliğe karşı çıkmadan önce “Bu yenilik insanlığa hizmet amacıyla nasıl kullanılabilir?” sorusunu sormak elzemdir. Zira, karşı konulamayacak bir hızla değişim ve dönüşüm internet aracılığıyla yayılmakta, geçmişte yüzyıl süren değişim ve dönüşümler şu anda on yıldan daha az sürede gerçekleşmektedir. Bu duruma ayak diremek pek akıl karı değildir. Bu anlamdaki diretme ne yazık ki, ebeveynler ve çocukları arasında uçurum gibi farklılıklara neden olmaktadır.
Hazreti Ali’nin (Radiyallahu Anha) hikmetli sözüyle bitirelim. Kendisi:
“Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacağı çağa göre yetiştirin.” der.
Selam ve duâ ile…