Geceydi.
Sessizlik, savaşın yorgun sokaklarına nadiren uğrayan bir misafir gibi çökmüştü. Abdullah hazırlığını tamamlamıştı. Zehra, onun için hazırladığı küçük çantayı kenara bırakmış, sessizce yorgun yüzüne bakıyordu. Her çizgisinde bir mücadele, her bakışında bir yük saklıydı.
O sırada, yan odadan Hosaam'ın sesi duyuldu. Uykusuzluktan gözleri kan çanağına dönmüş haldeydi.
– Abi… yine mi gidiyorsun?
– Gideceğim, Hosaam. Yardım bekleyen çok insan var.
Sarah sessizce yanlarına gelmişti. Elinde, abisinin kıyafetini tutuyordu. Titrek sesiyle fısıldadı:
– Seni rüyamda gördüm… gökyüzü ağlıyordu.
Abdullah diz çöküp küçük kız kardeşinin gözlerine baktı.
– Gökyüzü değil, Sarah. İnsanlar ağlıyor. Ve biz onları susturamayız ama sarabiliriz.
Tam o anda, şehri delen bir patlama sesi yankılandı. Ardından gökyüzü kızıl bir alevle aydınlandı. Sarsıntıyla birlikte camlar titredi, uzaklardan çığlık sesleri yükseldi.
Abdullah bir anda doğruldu. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Patlamanın yönünü hemen tanımıştı: Hasan’ın evi!
– Zehra, ben hemen çıkıyorum!
dedi ve ayakkabılarını bile tam giymeden koşar adımlarla dışarı fırladı.
Zehra ardından yalnızca bir dua fısıldayabildi:
– Allah’ım… Onu koru.
Sokağa çıktığında, göğe yükselen dumanları, panikle koşan insanları gördü. Herkes bir ses, bir nefes arayışıyla sağa sola koşturuyordu. Abdullah, enkaza dönüşen evin önüne vardığında nefesi kesildi. Bir zamanlar muhabbet ettikleri, hayaller kurdukları, sessiz gecelerde dua ettikleri o ev artık yoktu. Her şey taş ve külden ibaretti.
– Hasannn!
diye bağırdı Abdullah, molozların içine doğru ilerleyerek.
– Hasan! Neredesin kardeşim!
Yanıt gelmedi. Sadece parçalanmış duvarlar, ağır taşlar ve boğuk iniltiler… Komşular elleriyle kazıyordu molozları. Her parça altında bir yaşam arıyorlardı.
Dakikalar geçtikçe umut tükeniyor, yerini tarifsiz bir hüzne bırakıyordu. Sonra biri seslendi:
– Bir beden var burada!
Abdullah koştu. Kalbi sıkışıyordu. Ellerini enkazın altına uzatıp birlikte yardım etti. Taşlar kaldırıldığında toz ve kan içinde yatan bir beden belirdi. Abdullah’ın gözleri doldu. O bedeni hemen tanımıştı. Hasan’dı…
Yüzü sanki gülümsüyor gibiydi. Ellerini dua eder gibi göğsünde birleştirmişti.
Abdullah dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerinden yaşlar süzüldü ama çığlık atmadı. Yalnızca mırıldandı:
– Şehit oldun kardeşim… Şahit ol ki davamızdan dönmeyeceğiz.
O sabah, Abdullah’ın içindeki yangın daha da büyüdü. Artık yalnızca yardım ulaştıran biri değil, adaletsizliğe karşı susmayan bir vicdandı. Hasan’ın ardından taşıdığı emanet sadece bir anı değil, direnişin kendisiydi.
Eve döndüğünde Hosaam kapıda bekliyordu. Gözleri doluydu.
– Hasan abi… artık yok, değil mi?
Abdullah cevap vermedi. Hosaam’ın omzuna elini koydu. Sessizlik konuştu.
Sarah, oturduğu köşede sessizce ağlıyordu. Başını kaldırıp fısıldadı:
– Rüyam gerçek oldu…
Ve Zehra, Abdullah’ın gözlerine baktığında, tek kelime etmeden ağladı. Çünkü Gazze’de bazı acılar sessizlikle anlatılırdı…
Mücahide Kaçar
*Gazzeli Çocuk*
Elimdeki taşımı attım karanlığa,
Boynum eğik kalmasın diye,
Evet ayağım çıplak, yüreğim açık.
Ama başım dik eğik değil zalime.
Başka çare yok sadece taşım elimde,
Hayaller ve umutlar moloz altında,
Adım bilinmez ezberlememiş dünya,
Ve ben bombalar ile uyanırım sabaha.
Bir oyuncak düşlerdim her gece,
Ta ki kurşunlar düşmeden önce rüyama,
Her sabah annem uyanmamıza şükreder,
Babamı ise hiç görmedim hayatımda.
Biliyor musunuz gülmeyi unuttum,
Ama cesurca direnmeyi öğrendim.
Bir hurma çekirdeği gibi oldu umudum,
Her duama Mescid-i Aksa'yı ekledim.
Ne istedim ki? Çok mu şey söyleyin,
Bir sıcak ekmek ve temiz biraz su,
Ve hayalim, bombaların atılmadığı,
Ölmeden uyanacağım bir sabah.