İnsan öyle garip bir varlıktır ki; bazen zaman içinde çeşitli bakış açılarının giydirdiği her elbiseye bürünüveriyor. Bir bakarsın “a” dediği bir şeye, yıllar içinde inatla “b” diyebiliyor. Belki bu durum, hayati bir nitelik taşıyor ve sorunların çözümünde en önemli rolü oynuyor.
Fakat Müslümanların, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, birbirlerine bakış açıları son yıllarda hep aynı oldu. Ezilen, zulme alışık, maddi olanaklardan yoksun, ikinci sınıf muamelesi gören vs. Aslında baktığımız görüntülerin ve duyduğumuz salt bilgilerin hegemonyasından kurtulup bazı iç perdeleri aralayabilseydik, farklı bir bakış açısına sahip olurduk. Böylece geleceğe ümitle bakar ve ümidin getirdiği dinamizmle farklı yollara revan olabilirdik.
Haydi, hep birlikte bir önceki noktamızı odaklandığı yerden alıp, ekranı başka yöne çevirelim. Ben de sizinle birlikte huzur âleminde gezineyim… Çünkü sayfalara sığmayacak bir konu olan ‘dua’dan bahsedeceğiz. Çünkü adını yâd ettiğimizde bile kalbimizi teskin ettiğimiz o iklime adım atacağız. Ve umarım, hep orada kalırız…
Mü’min; yani inancından emin olan, şüphelerden uzak ve iman eden kişi için en önemli endişe ve hayat gayesi, Rabbine olan kulluğunun seviyesi, niteliği ve istikrarıdır. İnşallah her birimiz bunun gayreti içinde, düşe kalka bir yaşam mücadelesi içerisindeyiz. Fakat çok fazla değinmediğimiz, düşünmediğimiz veya gündem etmediğimiz bir mevzu var.
Peki, Rabbimizin bizler hakkındaki kanaati nedir? Veya bizlere değer verdiğini, ‘Vedud’ esmasının tecellisini nasıl fark ederiz? Bu sorunun cevabını kendi kitabında veriyor, hepimizin çokça okuduğu şu ayette: “De ki; duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77)
Genel itibariyle müfessirlerimiz buradaki ‘dua’nın ibadet, kulluk, iman anlamlarına geldiğini belirtirler. Fakat “Dua ibadetin özüdür” hadisiyle baktığımız vakit, her ibadetin duadan ibaret olduğunu varsayarsak anlamında bir değişiklik olmayacaktır.
Rabbimizin indinde ‘insan’ olma vasfı dışında bizi değerli kılan en önemli özellik dua etmemizdir. İnsan-Müslüman-dua üçlüsüne baktığımızda bu niteliklerimiz, biri dahi eksik olan her varlıktan üstün tutuyor bizi. Hatta biri, ötekinden daha önemli…
İnsan oluşumuz kendi irademiz dışında varoluşsal bir değerdir. Müslüman olmamız bir tercihtir ve doğru bir tercih, fikir dünyamıza değer katar. Dua etmek de tamamen iradi bir iştir. Hem ihtiyaca binaen hem de tercihen teslim olduğumuz Yaratıcı ile bağımızı güçlendirmek için gönüllü yaptığımız bir eylemdir. Bu çok daha değerli olmalıdır… Allah daha iyi bilir, belki de bunun için değer atfedilen özellik ‘dua’ olarak seçilmiştir.
O halde dua ile ilişkimiz hangi boyuttadır diye sorgulanmalıdır.
Kanaatimce çocuklarımızın tevhid bilincini dua ile başlatabiliriz. Kızım iki yaşlarında iken hiç ona zoraki bir biçimde “la ilahe illallah” dedirtmeye çalışmadım. Parmağını kaldırtıp “Allah birdir” diye ezberletmedim. Ona tevhid bilinci oluşsun diye ilk sevdirmeye çalıştığım şey dua etmesiydi. Çünkü mütemadiyen dua etmek, Rab-kul ilişkisini zihinde diri tutar. Ve yaratıcıya karşı kendinin acizliğinin farkındalığını ama bu acizliğin ne kadar onurlu olduğunu, dua edilen Mabud’un gücünü, yardımseverliğini ve zenginliğini hissettirir.
Hayatımız çalkantılarla, acılarla, maddi-manevi yoksunlukla geçiyor, her insan için böyle. Belki birçok psikolojik terimleri altüst edecek, birçok mücadelemizi gereksiz kılacak kolay bir yoldur dua. Aslında çözümlerin odağıdır. Fakat çoğu zaman dua etmek aklımıza gelmez. Belki namazlarımızın ardından ağız alışkanlığıyla sarf ettiğimiz birkaç cümle ile yetindiğimiz için… Belki Ganiyy olanla ilişkimizin zayıflığı için… Belki yeryüzünde hissettiğimiz için tüm acılarımızı yine yeryüzünde çözüm bulacağımız vehmi için… Belki -hâşâ- daha güçlü olduğuna inandığımız bir kaynağa güvendiğimiz için… Belki de unuttuğumuz için, bilmiyorum. Fakat şu yaptığımız o kadar büyük bir cehalettir ki; karşımızda duran okyanusu bir tarafa bırakıp birkaç damlalık su birikintisiyle oyalanmak gibi bir şey olmalı. Bir damlanın varlığına sevinirken okyanustan yüz çeviriyoruz adeta.
Geçenlerde bir yakınım anlatıyor: “Yıllardır günde üç-dört tane de olsa sigara içiyordum. Ama o bile beni rahatsız ediyor, içmek istemiyordum. Çok uğraştım, video izledim, kitap okudum. Kaç kere denedim olmadı, aklımdan çıkmıyordu. Sonra yeter artık dedim, bir yol bulmalıyım. Başka bir çare bulamadım ve her namazın ardından ve her fırsatta, bazen bulaşık yıkarken bile yalvara yakara dua etmeye başladım. Mucize gibi bir şeydi ve bir anda gözümde karardı, irademi daha sağlam buldum ve gün içinde aklıma bile gelmiyordu. Çok şükür, bıraktım.”
Bunu anlatmak istememin sebebi şu: Belki siz de dua edersiniz ama bırakamazsınız. Bu apayrı bir şeydir. Fakat biz teslim olmuşlar neden en sona duayı bırakırız? Neden ilk başta yapmamız gereken eylem, hatırımıza bile gelmez. Daha açık sorayım, neden dua etmeyi unutuyoruz?
Duamız -yukarıda bahsi geçen mevzu gibi- mucizevî bir şekilde kabul olmasa bile, O’na dönük bir kalp taşımamız başlı başına bir mucize değil mi zaten?
Düşünsenize, masivayı tamamen terk ediyorsunuz. Aracısız, zahmetsiz ve son derece özgür bir ruhla kalbinizde ve aklınızda taşıdıklarınızı ve taşıyamadıklarınızı boşaltıyorsunuz. O’nu anımsıyor, O’nunla vakit geçiriyorsunuz. Her şeyin Yaratıcısı olanın (CC) sizi duyduğuna emin bir şekilde fısıldıyorsunuz. Sizi O’ndan başkası duymuyor. O’ndan başkası anlamıyor. Belki O’nun gibi sabırla dinlemiyor. Yönünüz O’na, taziminiz O’na, umudunuz O’na… Ey Yüce Rabbim, ne kadar güzel bir şey bahşettin bize!
Hele bir de sabır ve şükürle birleşirse dualarımızın gecesi… Belki sabrın dinimizdeki yeri, ondan bu denli önemli… Zira sabır ve şükür zamanlarında dua etmeyi hiç ama hiç ihmal etmeyiz. Dua sadece bela ve musibet zamanlarında kullandığımız bir yardım aracı değildir. Huzura ve sekinete ermek, Allah’a olan sevgi, saygı ve bağlılığımızı güçlendirmek, gün içinde bizi avuçları arasına almaya çalışan dünyevi tüm hazların yıkıcı etkilerinden muhafaza için ve en önemlisi “güven” duygusu için… Bizi dik ve diri tutan, şeksiz şüphesiz güvendiğimiz bir varlığa olan inancımızdır. Bunun göstergesi de duadır.
Girişte Müslümanların birbirlerine bakış açısının hiç değişmediğini yazmıştım. Ne dersiniz? Sizce biz “dua” gibi sarsılmaz bir dağa, bitmez bir hazineye, sığınılacak bir limana, mucizevî değişimlerin vesilesine sahip iken yıkılır mıyız?
Hacer Sara Arslan | Nisanur Dergisi | Ekim 2020 | 107. Sayı
Yorum yap