Kıymetli okurlar! Bu ay sizler için yazar Hatice Kübra Tongar Hanımefendi ile ‘Anne-Çocuk’ ekseninde röportaj yaptık. Bilhassa da bağırmayan anneyi konuştuk. Anneliğin en güzel yanı olur da en kötü yanı olmaz mı? Bu satırlar, öyle sanıyorum ki sizlere de bana düşündürdüğünü düşündürecek: Anneliğin en kötü yanı; güç ve konum hususunda sizden kat be kat zayıf olan üstelik ellerinize emaneten bırakılmış bir insana –yavrunuza-, avazınız çıktığı kadar bağırmanız, bağırabilmenizdir…
İşte bu durumu izale edebilme adına yapabileceğimiz en doğru şeyi ‘sempati’ olarak ifade eden Hatice Hanım “Anneler olarak bunu yapmayı başardığımızda, zaten çocuğumuza bağırıp çağıramayacağız, onu hırpalayıp canını yakamayacağız” derken altını çizmeyi de ihmal etmiyor; “Karşındakinin duygusuyla duygulanabilme, onun hissettiğini içinde hissedebilme halidir sempati.”
Öyle umuyorum ki; bu söyleşimiz ‘sempatik bir anne’ olabilmenin girizgâhı olacak, bu satırları okuyan her anne, ellerine emaneten bırakılan minik bedenleri/hassas yürekleri sımsıkı sarıp korumak adına –yeniden- elinden geleni yapmaya azmedecektir.
Sözü daha uzun tutmadan sizleri röportajımızla baş başa bırakıyorum.
“KALEMİMİN YÖNÜ, ANNE OLDUKTAN SONRA BELİRLENDİ”
Hatice Hanım, sizi bu alanda çalışmaya iten öncelikli faktör neydi, sorabilir miyim?
Anne olmak Yazı yazmak, Allah’ın nasip ettiği bir yetenek olarak hayatımda küçük yaştan beri vardı ama kalemimin yönü, anne olduktan sonra belirlendi. Anneliğin beni değiştiren, geliştiren kısımlarını diğer annelerle paylaşma heyecanıyla kitaplar ortaya çıkmaya başladı. Alana girdikçe ne denli yaralı anne ve annelerinin yaraları, minik yüreklerine bulaşmış çocuklar olduğunu gördüm. O yaralara ufacık da olsa merhem olabilme duası, mesleki koşuşmamı ve gayretimi arttırdı. Ve çok şükür ki; 10 yıla 13 kitap ve sayısız eğitim programı sığdırmayı Rabbim nasip etti.
Ne güzel. Tebrik ederim… Çocuğu tek kelime ile tarif etmenizi istesem?
Fıtrat, derim. Yani öz, yaratılış, fabrika ayarlarımız
“ÖNCELİKLE İÇ TELAŞLARIMIZI BİR DURDURALIM”
Sağlıklı bir ebeveyn-çocuk ilişkisi için `olmazsa olmaz` dediğiniz üç şey nedir?
Durmak, duymak ve duyumsamak… Önce bir duralım; yetişkin dünyasına dair koşuşmalarımızı, iç telaşlarımızı bir durduralım. Çünkü ancak bu şekilde çocuğumuza hayatımızda ihtiyaç duyduğu yeri açabiliyoruz. Diğer türlü, bir yandan kafasında pişireceği yemeği, toplayacağı evi planlayan bir anneyken, diğer yandan çocuğumuzla ilgilenmeye çalışıyoruz. Ama bu yaklaşım çocuğa iyi gelmiyor. Çünkü çocuğumuz bedenen onun yanında olduğumuz kadar, ruhen de yanında olmamıza ihtiyaç duyuyor.
Sonra duyalım… Çocuğumuzun sadece cümlelerini değil, cümlelerinin altındaki anlamı da duymaya çalışalım. ‘Senden nefret ediyorum’ diye bağıran çocuğumuzun, aslında ‘benimle ilgilen anne’ diye haykırdığını duymayı başaralım.
Ve duyumsayalım… Günümüzde duyumsama hali ‘empati’ olarak tarif ediliyor ama bence tam tanımı ‘sempati’… Karşındakinin duygusuyla duygulanabilme, onun hissettiğini içinde hissedebilme halidir sempati. Anneler olarak bunu yapmayı başardığımızda, zaten çocuğumuza bağırıp çağıramayacağız, onu hırpalayıp canını yakamayacağız.
“FAZLACA YARAMIZ VAR”
`Bağırmayan Anneler` seferberliğini başlatmanızın altında ne ya da neler yatıyor? Anneniz çok mu bağırırdı yoksa
Hangimizin annesi bağırmazdı ki? Bizler kafamıza terlik yiyip, sonra da o terliği götürüp annemizin ayağına giydiren çocuklardık
İşte bu yüzden fazlaca yaramız var. Ve bence hepimiz istiyoruz ki, bu yaralar çocuğumuza geçmesin, ileride büyüyüp bir ortamda bizleri düşündüklerinde yüreklerine bir sıkışma gelmesin. Yarın yetişkin olup bir psikoloğun koltuğuna uzandıklarında, geçmişlerinden eli belinde bağırıp çağıran bir anne çıkmasın. Benim duam bu çocuklarım için. Bu duayı çoğaltmak için açtığımız sosyal medya sayfası, organik bir büyümeyle kısa sürede 400.000 tekil kişiyi geçtiyse ve haftalık sayfa erişimi 3 milyonun üzerindeyse, bence benim gibi pek çok anne bu duayı ediyor demektir.
“ÇOCUĞA BAĞIRMAK MESELEYİ ÇÖZMEZ”
Peki, bir annenin -çok daralsa/bunalsa bile- çocuğuna bağırmaması neden elzemdir?
Bunun pek çok sebebi var elbette ama en işlevseli şu bence; çocuğa bağırmak meseleyi çözmez ve çoğunlukla hiçbir işe yaramaz. Bağırılan çocuk arsız olur. Annesiyle yüz-göz olmuş bir ilişki içinde sınırlarını öğrenemez. İlişkideki saygınlık azalır, annenin tesir gücü düşer. Anne çocuğuna tesir edemedikçe daha çok öfkelenir ve daha çok bağırır. Anne bağırdıkça çocuk daha da arsızlaşır. Ve böylece bir kısır döngü oluşur.
Bence çok bunaldığımızda çocuğumuza bağırmak yerine öfkemizi doğru bir biçimde ifade etsek, işte gerçek disiplinden o zaman bahsetmiş olacağız. Çünkü bağırmayan anne olmak demek, hiç öfkelenmemek, her şeyi alttan almak, polyanna gibi olmak demek değildir. Öfkelendiğimizde bunu insani bir yolla ifade etmek demektir.
“EFENDİMİZ (SAV)’İ BİR EBEVEYN OLARAK TANIYALIM”
Bağırmayan anne olmanın yolu nerden geçiyor?
Bağırmayan Peygamberi (SAV) tanımaktan, anlamaktan, yaşamaktan geçiyor. Zira yeni bir şey söylemiyoruz biz aslında. Sadece Efendimiz (SAV)’i bir ebeveyn olarak tanıyalım ve hayatımıza geçirmek için uğraşalım, diyoruz. Bunu yapmak için de ilk adım ‘niyet etmek’ bence. Niyet, küçücük bir kelime ama inanılmaz etkili. Anne-çocuk ilişkisinde de öyle.
Ramazanı düşünelim; bu ayda oruçla diyeti ayıran şey nedir? Niyettir. İkisi de açlıktır ama diyet yapmakta zorlanan pek çok kişi, Ramazan’da rahatlıkla orucunu tutabilir. Çünkü niyet eder ve açlığı ibadete dönüşür. İbadetleri de Allah (CC) kolaylaştırır. Bağırmayan Annelik için de önce niyet etmemiz gerekiyor. ‘Niyet ettim Allah rızası için Bağırmayan Anne olmaya…’ dediğimizde, zaten bağırmamanın yollarını görmeye, çözüm odaklı davranmaya başlamış olacağız.
“KÜÇÜK ÇOCUKLAR MANTIKLI DÜŞÜNEMEZLER”
Peki, `bağırmayan çocuk` tabiri, caiz mi sizce?
Çocukluğu iki dönem olarak düşünelim; ergenlik öncesi ve sonrası… Ergenlik öncesi ‘bağırmayan çocuk’ tanımı çok gerçekçi değil. Çünkü çocuklarda sol beyinin işi olan mantık ve irade mekanizması aktif değil. Hele okul öncesinde hiçe yakın bir hükmü var. Bu yüzden küçük çocuklar mantıklı düşünemezler, belli bir yaşa kadar empati kuramazlar, duygu geçişlerini yoğun ve uçlarda yaşarlar… Bu nedenle de bağırırlar. Zaten maharet, anne olarak böylesi anlarda sakin kalıp çocuğumuzu sakinleştirebilmek ve ona kendini nasıl sakinleştireceğini öğretmektir. Bunu yaptığımızda, çocuğumuz yaş aldıkça otokontrolü ve empatiyi öğrenir. Böylelikle ergenlik dönemine geldiğinde ‘bağırmayan çocuk’ olmayı öğrenmiş olur.
Ama tam tersi noktada, yani küçüklüğünde bağırılıp çağırılan, sindirilen, baskılanan bir çocukluğun sonunda ne yazık ki asi ve agresyonu yüksek ergenler görebiliyoruz. Anne-babalar ‘ne oldu bu çocuğa’ sorusunu sormak durumunda kalıyor. Ben de ailelere diyorum ki, bence çocuğumuz küçükken onu mazur görmeyi, aynı dilden konuşmayı, öfkesini tolere etmeyi öğrenelim ki, bütün bunları ergenlikte yapmak zorunda kalmayalım.
“ÇOCUK BİR NİMETTİR, ŞÜKREDİLİR”
Çok haklısınız… Konu mühim ve uzun olmakla beraber, unutamadığınız bir anınıza geçmek istiyorum. Varsa, bizimle paylaşır mısınız?
Birkaç ay önce, İstanbul’da kar yağdığında, biz de oğullarımla kartopu oynamaya bahçeye indik. Kardan adam yaptık, resimler çektik. Eve döndükten sonra bu resimleri sosyal medyada paylaştım. Paylaşımın altına bir anne, yatakta yatan çocuğunun resmini koyarak şöyle yazdı:
“Hatice Hanım, oğlum 4 yaşında ve bedensel engelli. Yataktan kalkamıyor. Ama zihinsel bir engeli olmadığı için o da kar oynamak istiyor. Ben de elime kovayı aldım, aşağı indim, kar topladım. Biz de ana-oğul oğlumun yatağının başucunda kardan adam yapıyoruz…”
Yıllardır pek çok anneyle buluşup, birçok hikâyeye yoldaş oluyorum. Ama bu satırlar her halde beni en çok etkileyenlerden bir tanesiydi. O yüzden başta kendi nefsime, sonrasında tüm annelere hep şunu söylerim;
“Çocuk bir nimettir, şükredilir. Şükretmek de ağzımızla ‘çok şükür’ diyerek olmaz. O şükrü yaşayarak, evlada hissettirerek olur. Çünkü eğer nimete şükretmezsek, nimetin yokluğuna sabretmemiz gerekir…”
“KİŞİ BAĞIRDIKÇA KALP DAHA DA UZAKLAŞIR”
Allah muhafaza… Son olarak, okurlarımıza neler tavsiye edersiniz?
Son olarak okurlarınıza bir öykü anlatayım. Zamanlardan birinde bir derviş müritlerine sorar: ‘İnsanlar neden öfkelenince bağırırlar?’ Müritlerden biri, ‘Çünkü kızmış olurlar ve bunu kızdığı kişiye duyurmak isterler’ der. Derviş tekrar sorar; ‘İyi de kızdığı kişi yanındaysa, duyurmak için bağırmasına gerek var mı?’ Müritler bir an şaşırır ve gerçekten gerek olmadığını düşünür. “Peki, o zaman bağırmanın sebebi nedir?” diye sorarlar dervişe… Derviş der ki; “İnsanlar kızınca kendilerini duyurmak için bağırırlar, bu doğru. Çünkü kızdıkları kişi bedenen yanlarında olsa da, kalben uzaktadır o an. Bağırmanın amacı kalbin sesini kalbe duyurmaktır. Ama şunu unuturlar; kişi bağırdıkça kalp daha da uzaklaşır. Kalpler uzaklaştıkça kişi daha da bağırır…”
İşte bu yüzden kalbi birbirine yakın olan insanlar bağırarak konuşmazlar. Fısıltıyla, gözleriyle, bakışlarıyla anlaşırlar.
Allah tüm annelere evlatlarıyla fısıldaşacak ruh dinginliğini nasip etsin…
Âmin… Vakit ayırdığınız ve bu güzel paylaşımlarınız için çok teşekkür ederim.
Ben de sizin nezdinizde tüm Nisanur Dergisi ekibine bu hoş söyleşi için teşekkür ederim…
Röportaj: Elif Yüksek | Nisanur Dergisi | 68. Sayı | Temmuz 2017
HATİCE KÜBRA TONGAR KİMDİR? 1984 yılında İstanbul’da doğdu. Sokakların arabalar tarafından işgal edilmediği bir zamanın çocuğu olarak bolca oyun oynadı. Ağaçlara tırmandı, seksek oynadı, lastik oynarken bastı-kaçtı yaptı. Kukalı saklambaçta kukayı çok uzaklara attı. Ama en çok bebeklerle oynamayı sevdi. Bugün ‘Meğer anneliği oynuyormuşum’ dediği çocukluk yıllarının sonunda, Allah ona iki evlat nasip etti. Çocuklarla olan iletişimini Çocuk Gelişimi, Sosyoloji, Aile Danışmanlığı, Psikoloji ve Oyun Terapistliği eğitimleriyle ilerletti. Bugüne kadar 13 kitabı yayınlandı. Hala çocukları okumaya, çocuklara konuşmaya, çocukları yazmaya devam ediyor. Gelecek nesil mutlu bireylerden oluşsun duasıyla, Türkiye’nin dört bir yanında ‘Bağırmayan Anneler Atölyesi’ eğitimleri veriyor. Ve çocukları dünya hayatının süsü kılan Rabbine her gün şükrediyor.
Yorum yap