Hamd; şer sandığımız şeylerin arkasında koskoca hayırlar var eden Allah’a olsun.
Her şeyi yerli yerinde yaratan Allah (CC)’ın yarattıklarını seyrederken esasen mevcut olup yerine koyamadığımız şeyleri bir kez daha fark ediyoruz. Kâinattaki her şey belli bir düzen ve ölçü üzerine yaratılmıştır mutlak. Mesela güneşin şu anki konumundan bir milim yakınlaşması ya da uzaklaşması dünyamızın ısı derecesinin büyük bir oranda değişmesine sebep olacaktır. Tekrar müşahede ediyoruz ki; yaratılan her şeyde muazzam bir düzen ve denge mevcut.
Peki, her şey; minimal hesaplar da dâhil olmak üzere bu kadar ince olarak işlenmiş ve sorumluluğu olan her şeyi aksatmadan yapıyor iken biz üzerimize düşen sorumluluğu yapma ya da insani değerlerimizi muhafaza etme hususunda bu döngünün neresindeyiz? Adaletin akla gelecek birçok tanımı var fakat bir tanımı var ki; konumuzla doğrudan alakalı. Peki, nedir bu tanım diye düşündüğümüzde önümüze şöyle bir cümle çıkıyor: “Ved’i şey‘in ila mevziihi/Bir şeyi yerine koymak”. O halde belirtilen tanım doğrultusunda, yerine koyulmayan şeyler için adaletin kaim olmadığını düşünebiliriz.
İnsanda olması gereken hasletler listesi oluşturacak isek listenin başına vefayı eklememiz gerekmektedir. Vefanın yeri ise kalptir. “Bir kalbiniz vardı, onu hatırlayın.“ diyen Zarifoğlu’nun sözüne kulak verdiğimizde; kalpte olan eksiklerimizi de hatırlayacağız belki de.
Vefa dedik. Evet Vefa! Evvela bizleri yoktan var edip her türlü şımarıklığımıza rağmen rahmetini üzerimizden esirgemeyen Allah (CC)’a olmalıdır. Hatırlıyor musunuz; âlemlerin Rabbi ezelde yarattığı ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Onlar da: “Evet, (Sen bizim Rabbimizsin) dediler.” (Araf/172)
Sadece ben ya da sen değil, hepimiz unuttuk ahdimize vefa göstermeyi. İkrar etmek yetmiyor, bir ömür verdiğimiz sözü hatırımızda tutup, sözümüz neyi gerektiriyorsa o söze vefa da gerek. Yine yanıldık değil mi? Kimse söze vefa göstermeyince, bizim vefa gösteriyor oluşumuzun bir şey değiştirmeyeceği düşüncesiyle hiç adım atmadan olduğumuz yerde öylece kalakaldık. Ve bize sürekli ihsanda bulunan Allah’a verdiğimiz ahde vefa gösteremedik. Zor da değildi oysa. Huzurunda huzur duyacağımız yerde, O’na (CC) en yakın olduğumuz yerdeki huzurun, ömrümüze nasıl güzel kokular yayacağını unuttuk. Gelin geç olsa da güç olmadan vefa ile yeniden dirilelim.
Yeri gelmişken usve-i hasene olan Efendimiz (SAV)’in hayat perdesini aralayarak; vefanın O’nun hayatındaki yerine bir bakalım:
Nübüvvetin 7. yılında Mekke, yükselen İslam davetinin önünü alamayınca Müslümanlara karşı bir ambargo kararı alır. Bu karar Kâbe’nin kapısına, tüm Mekke halkı uysun diye asılır. O günlerde ticari bir sefer için Mekke’nin dışında bulunan sayılı tüccarlardan Ebu’l Buhturi ibn Hişam yolculuktan dönünce Kâbe’de asılı bulunan bu kararı görür. İslam davetine karşı olmasına rağmen bu kadarı da fazla diyerek asılan kararı alıp yırtar ve bu kararlara uymayacağını söyler. Bununla da kalmaz birkaç kez Şib-i Ebi Talip’te muhasara altında bulunan Müslümanlara yiyecek gönderir. Allah Rasulü (SAV), Ebu’l Buhturi’nin bu vicdanlı davranışını vefa defterine silinmez bir kalemle yazar.
Aradan tam 7 yıl geçer ve Bedir’de iman ordusu ile inkâr ordusu karşı karşıya gelir. Efendimiz duyar ki; Ebu’l Buhturi’de savaş meydanına Müslümanlarla vuruşmak için gelmiştir. Ama vefanın sultanı, sultanlara yakışır bir tarzda önünde duran sahabesine şunu söyler: “Men lekiye min kûm Eba’l Buhtiri fe la yeg’tuluhu. (Her kim savaş meydanında Ebu’l Buhturi ile karşılaşırsa sakın onu öldürmesin.)”
Savaş meydanında Ebu’l Buhturi’ye böyle bir dokunulmazlığın neden verildiğini bilmeyen bazı sahabîler merakla; “Ya Resulallah! Bu adamın ne özelliği var ki; savaşın içerisinde böyle bir ödülü hak ediyor?” diye sorarlar. Allah Rasulü (SAV) der ki: “Vefaen lehu bima fa’ale yevmu’s sahife. (Sahife günü, yani Şib-i Ebi Talip ambargosunda bize yaptığı iyiliğe karşı ona olan vefa borcumuzdan dolayı bu vefayı hak ediyor.)”
Bedir başlıyor; iman ile inkârın ilk karşılaşmasında tabiri caizse kelleler veriliyor, kelleler alınıyor. Böyle bir ortamda ensarın yiğitlerinden Mücezzir ibn Ziyad, Ebu’l Buhturi’nin karşısına çıkıyor. Mücezzir, Allah Rasulü’nün uyarısını hatırlar hatırlamaz hemen Ebu’l Buhturi’yi bırakıyor, başka biri ile savaşmaya başlıyor. Bu tablo birkaç kez tekrar edince Ebu’l Buhturi merak ediyor ve karşısında duran İslam askerine; “Neden benimle savaşmıyorsun. Benden korkuyor musun, yoksa beni beğenmiyor musun?” diyor. Mücezzir ibn Ziyad, Ebu’l Buhturi’ye diyor ki; “Ne seni beğenmediğimden ne de korktuğumdan dolayı senden kaçıyorum” Ebu’l Buhtiri daha da meraklanıyor; “Peki, neden benimle vuruşmaktan kaçıyorsun” diyor. Mücezzir aynen Allah Rasulü’nden duyduğu cümleyi orada tekrar ediyor: “Vefaen leke bima faalte yemu’s sahife/ Sahife günü yaptığın iyiliğe karşı vefanın bir gereği olarak sana kılıç kullanmayacağım.”
Ebu’l Buhtiri, Bedir günü kendisine gösterilen vefaya karşı vefalı davranmaz ve en sonunda Mücezzir ibn Ziyad’ın eli ile öldürülür.” (Vefa’nın Sultanından Vefa İzleri/M. Emin Yıldırım)
Efendimiz (SAV)’in hayatında da müşahede ettik ki; vefa sevilene değil iyilik gördüğümüz herkese yapılmalı. Bu, karşımızdakinin buna değer olup olmadığı ardına düşmemiz gereken bir mevzu değil. Çünkü biz Allah için yapıyoruz. Kimse bilmese de O (CC) biliyor.
Selam ve dua ile…
Halime Çay | Nisanur Dergisi | Mayıs 2020 | 102. Sayı
Yorum yap