Amine Baran

Tanımlanamayan

Kendini tanımlayamayanlar ülkesi burası efendim. Hoş geldiniz. Bazısı yabancı bazısı tanıdık. Birileri ile selamlaşmış olmanın içten gelen sevinci bir yana dursun, birileri ile tanışmış olmanın haklı serzenişi. Caddeler boyu devam edegelen bir anlam arayışı var içinde. Sokak sokak kimlik dilenenlerin bitmeyen acziyeti…

-Pardon! Az ötede duran beden sizin mi?

-Evet evet hemen giyiyorum.

Bir kaç adımda bir duyulan garip sesler var bu ülkede. İçinde müstehzi tebessümler barındıran. Alışılagelmiş bir kaç diyalogdan öteye geçmeyen sesler bunlar. Az ötede afişler. Daha ötesinde satışa çıkarılmak üzere olan sergilenmiş kalp tabelaları. Ve az daha ötede reklam panoları. Bir kaç zaman sonra canlanacak afişler, tabelalar ve panolar. Ruh veriyor insan bunlara adeta. Kırmıyor hatırlarını.

Özür dilerim! Bir yüz düşmüş yere. Sizden mi düştü acaba?

-Bilmiyorum ki efendim! Bir bakmam lazım. Evet, sanırım benim.

Kölelik kavramının, elleri-ayakları demirlerle bağlanmış insan figüründen ibaret olduğu saçmalığını kim uydurdu bilmiyorum. Ama bu ülkede insanların köle sayılmaları için herhangi bir ele ayağa yahut demire ihtiyaçları yok, bunu iyi biliyorum/biliyoruz. Yani biliyor olmalıyız. Ruhlarını ve algılarını köleleştirmiş insan koleksiyonları var, desem çok mu ağır konuşmuş olurum bilmiyorum. Neyse ki üzerlerine çok da alınmıyorlar. O halde bir problem yok gibi, ne dersiniz?

-Bir bakar mısınız? Tam şurada bir kalp gördüm yere düşmüş. Sizden düştü gibi. Bir zahmet edip baksanız. Malum kalpsiz yaşanmıyor.

-Hiç gerek yok bakmama. Kalbim yerinde duruyor ben eminim.

-Peki. İyi yolculuklar dilerim o halde. Yolunuz da baya uzun! Bilin isterim.

Bir durak sonrası kimin rengi. Hangi kalıba girmediler ki. Tanımlanamayan bir bedenin içinde nefes almaya çalışanlar ülkesi burası. Az ötede bir beden var ortada, bakın. Bir iki adım sonra bir kalp. Az ötede bir ses. Biraz daha sağda bir nefes. Solda bir kafes, içinde ruhlar. Biraz daha ilerde kendinden arınmış insanlar. Matruşka gibi. İçinden her gün bir fikrin can bulduğu insanlar. Neye hizmet ettiğini bilmeyenlerin ülkesini oluşturuyorlar.

Kendi bedenlerinde taşıdıkları başka insanları memnun etmenin derdindeler. Sağa sola koşuşturuyorlar. AVM’ler hizmetlerini görüyor. Kafeler sunumlar yapıyor. Dünya onları gülümsetebilmek için azami bir gayretle çırpınıyor. Sosyal medya her gün yeni yeni içerikler hazırlayıp sunuyor önlerine. Her güne bir emoji ile uyanıyorlar. Ama o üzerlerine giydikleri misafirliğe gelmiş, oturmuş, bir de üstüne kalkmayı bilmeyen bedeni mutlu edemiyorlar. Ne kadar ayıp! Oysaki misafir umduğunu değil bulduğunu… Öyle bir şeyler vardı sanki. Bu deyim üzerimize giydiğimiz misafir bedenler için geçerli değil miydi yoksa? Ah çok af edersiniz…

-Şey hanımefendi! Şu köşede ruhunuzun düştüğünü gördüm. Almak istemez misiniz?

-Hayır, düşmedi bayım, ben bıraktım. Bu bedene çok ağır geldi!

Her köşe başı, bir filme konu olur bu ülkenin. Her köşe başında kurulu sofralar zehirli çiçek balı gibi. Kaybolmuş bedenlerin sessiz iniltileri var. Bir de yüzleriyle gülüp, kalpleriyle ağlayan insan sürüleri. Her biri evden çıkmadan kapının arkasına asıyor kendi bedenini. Çıkamaz onunla dışarı, çünkü dışarıda onu bekleyen; yargılayacak, ezecek, fikirlerinden ayak parmaklarına kadar kemirecek göz sahibi körler ve köleler var. Onlardan olmalı. Olmak zorunda. Olmazsa olmaz. Hem zaten onların yargılamasına gerek yok ki. Kendini onlardan bilmezse kendisi mutluluk sandığı o mutlak hissi yakalayamaz. Onlardan olmazsa bir yanı eksik kalır, bütün zerresini yok ettiğini fark etmeden. Bir kapı var, bir durak, bir yolculuk var bir beden içinde onlarca beden. Bir insan var hür sanılan fakat süslü bir köleliğin kurbanı olan.

Bir iki üç… Tıp! Konuşmayın. Konuşmasın kimse. Kısın vicdanınızın sesini. Ülke içinde koca ülke kurmuş bir sürü var, ilerliyorlar. İlerde biraz ateş var hepsini yutacak. Ama ses çıkarmayın, üzmeyin onları. Her gün yine ve yeniden, yeni bedenler kayıp gidiyor ellerimizden ama siz sessiz olun hepsi çok mutlular. Kendi bedeninize bakın siz. Biraz sonra henüz kendini tanımlayamamış bir genç kız evlenecek bir başka beden varken üzerinde, ama incitmeyin onu; o bir bebek yetiştirip yeni bir nefes kazandıracak dünyaya. Her köşesinde bir çukur var bu ülkenin. İnsanı kaptı mı bırakmayan… Ama siz hiç korkmayın, zira bu çukurda bol acılı ballar, kötü koksa da harika renklerde çiçekler var. Çok mutlu ‘görünecekler’ merak etmeyin.

Daha çok kitap yazılacak hem. Daha çok kritikler yapılacak. Sayısız eğitimler verilecek. Ve sayısız seminerler sergilenecek. Katılacağız, dinleyeceğiz. Yorum yapacak, eleştireceğiz. Kültürümüze kültür katacak, bir sonraki eleştiriler için rezervasyonlar ayarlayacağız. Hatta kırk yılın başı bir araya geldiğimizde birbirimizi birbirimize şikâyet etmekten ve büyük bir aşkla sorun analizi yapmaktan öteye geçemeyeceğiz.

Kim ne yapsın sömürülmüş zihinleri? Ne zararı var bize, insan bedeni vesilesi ile canlanan reklam panolarının Allah aşkına? Ne zararı var iç içe geçmiş ruhlarını arayan benliklerin? Ne zararı var bize, özünü yitirmiş düşünce sürüsü benliklerin? Önümüzde okunacak kitaplar, yazılacak yazılar, gidilecek seminerler, eleştirilecek insanlar, altın günü tadında yapılacak toplantılar var. Hayat ölüm, yalan gerçek, beden ile ruh, çıkar ve samimiyet. Neyse boş verin! Hadi yaşamaya devam edelim…

Âmine Baran | Nisanur Dergisi | Mayıs 2022 | 126. Sayı

Yorum yap