Asiye TürkanBirbirimizin Farkında mıyız?Manşet

Sorumluluğumuzun ve Hatalarımızın Farkında Olmak!

Psikolojinin en önemli olgusu hayatı fark etmek, farkındalığı yakalamak, bu farkındalıkla özümüze güvenerek, saygı duyarak, severek yaşayabileceklerimizin en güzeline talip olmaktır. Yaşanmamışlıklar her ne kadar mal, makam, evlat, şan, şöhret varlığı olsa da hayatı çekilmez yapmaktadır. Hayatın içindeki bütün renkleri görmek, bütün güzellikleri duymak hislerini yitirmeyenler içindir.

Geçmişin verdiği ağır yükleri atamamak, yaşanılan her acının ve kötü hatıranın sebebini başkasına atfetmek, en kolayıdır. En büyük acılar, insanın kendisiyle yüzleşmelerindedir. Aslında insanın affedemediği kendisidir. Yaşanmayan her gün, geleceğe ekilen kötü tohumlardır. Bu durum da sorumluluklarının farkında olmayıp, hayatı erteleyenlerin düştükleri durumdur.

“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.” (Bakara/286)

Gücü doğrultusunda sorumluluklarının farkında olmak, bu sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmek; bu dünyanın cennet haline dönmesidir. Mutluluğu ve huzuru bulmaktır. Çok üzücüdür ki; çok az kişi bunun farkındadır.

Kaldırabileceğimizden daha fazlasına talip olmak, bunu da kaldıramamak ve ağır yükün altında ezilmek, hemen hemen herkesin handikabıdır. Ayetin devamında “Herkesin kazandığı kendi lehinedir yahut aleyhinedir.” buyurur Rahman.

Sorumluluk; insanı kendi karar ve davranışlarının sonuçlarını üstlenmeye, yaptıklarının sonucunda doğacak olumlu ya da olumsuz etkilere katlanmaya hazır olmasıdır. Tekrarı olmayan ömrün tek atımlık şansını iyi değerlendirmek için, bu dünyasını cennet haline getirip geri dönenin olmadığı, cehennem gibi dehşetli âleme girmemek için farkındalıklı yaşama halidir.

Rahman, inanıp doğru hareket edenlere hoş bir hayat, güzel bir istikbal vaad eder. İlgili ayet Rad Suresi’nin 29. ayetidir. Bu dünyada hoş bir hayatı olmayanların, acaba gelecek olan ahirette güzel bir istikbali olması beklentisi ne kadar doğrudur?

O halde vahye kulak verilmeli, yaratıcı ile bağ sıkı tutulmalı, O’nun boyası ile boyanmalıdır. Zira Rabbim Allah Casiye Suresi’nin 20 ve 21. ayetlerinde şu şekilde buyurmaktadır:

“Bu (vahiy) insanlık için bir bilinç kaynağıdır; gönülden inananlar için de bir rehber ve bir rahmet membaıdır. Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”

O halde hayat denizindeki fırtınalardan sığınılacak bir limanımız olmalı, hayatın gayesini hedefini bilmeli, niçin yaşadığımızın farkında ve bize yakışanın ardında olunmalıdır.

Sevgi, nefret, öfke, sevinç, ıstırap, şefkat, şehvet, merhamet gibi bütün duygular kontrol altına alınmalıdır. Hayata istikrar ve denge içinde olunmalıdır. İç huzuru yakalama derdinde olup mutluluk ve huzur öncelikle Rahman olan Allah’ın yanında aranmalı, doğru hareket edilmelidir.

Umutsuzluk mutsuzluğa, sorumsuzluk insanlığın bitmesine ve isyana itmemelidir. İstenilen bilinmezse ulaşmak mümkün değildir. Unutulmaması gereken ise iç huzuru olmayanın cennet gibi bir yerde olsa da mutlu olamayacağıdır. Hayatta başarılı olamayacağıdır. Hayatın boşluk kabul etmediği bilgisi ile Allah’a güvenilmeli, doğru bilginin insana denge ve istikrar getirdiği unutulmamalıdır.

Yüce yaratıcıya inanan kişi güvenmeli, güvenen de teslimiyetini sorumluluklarının farkındalığıyla verdiği sözlerde durmalı, emanete ihanet etmemeli, güvenilir olmalıdır. Bunun yolu da vahiy aracılığı ile bize sunulanları anlama derdine düşmektir. Zira reçete hükmünde olan vahiyde bütün hastalıkların şifası gizlidir.

Reçetenin gücüne inananlardan olmak; ancak kalplerin sevgiyle dolu olmasıyla, hayata ve geleceğe gülen yüzlerle bakılmasıyla, insanın kendisine, insanlara, daha da önemlisi âlemlerin Rabbine tam olarak güvenmesiyle olur.

Tolstoy’un; “Herkes, insanlığı değiştirmeye çalışıyor; kimse, kendini değiştirmeyi aklından geçirmiyor.” Tespiti, hiç de yabana atılacak bir durum değildir.

Kendi yaptıklarımızdan sorumlu tutulacağımız unutulmamalıdır.

Arapça öğrenmeye başladığım ilk günlerde Almanca öğretmeni olan bir arkadaşım;

“Ne gerek var ki Arapça öğrenmeye? Sanki meallerden daha güzel mi çeviri yapabileceksin?” demişti. Benim ona verdiğim örnek bundan yıllar önce aklıma gelseydi, bu yaşıma kadar bekler miydim Arapça öğrenmek için?

Canım arkadaşım! Farz et ki bana Alman makamlarından bir mektup gelse ve ben anlamayıp sana okuman için getirsem, sen de okuduktan sonra;

“Asiyecim, önemli bir şey yok” desen, bana mektubu tam olarak anlatmasan ya da sen de anlamadığın halde “Almanca öğretmeniyim anlayamadım” dememek için geçiştirsen ve bir hayli zaman sonra bana aynı makamlardan yüklü bir miktarda ceza gelse, ben de hemen mektupla alman makamlarına çıkıp;

“Ben bu mektubu Almanca öğretmeni bir arkadaşıma okutmuştum. O bana önemsiz demişti” desem,  benim cezamı almayıp, hafifletirler mi?

“Hafifletmezler. Söke söke alırlar…” dedi arkadaşım. Peki, ben bu hal ile sana koşup gelsem;

“Bak arkadaşım senin yüzünden bu kadar ceza ödeyeceğim. Bunda senin de suçun var desem, cezanın yarını sen ödeyeceksin” desem, öder misin?

-Hımmm…

Sorumluklarımızı bilmek ancak kendi verdiğimiz çabalarla olur. Bir bilene sormak her zaman önemlidir. Bu Allah’ın bir emridir.

“Senden önce de, gönderdiğimiz elçiler, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başka bir varlık değildiler. Eğer bu konuları bilmiyorsanız işin ehline (zikir ehline) sorunuz.” (Nahl /43)

İşin ehli olmak da üstünlüktür. En üstün olma yarışında olmak demektir. Kendi hakkında karar verebilmek demektir. Yapılan bir kek dahi olsa onu en iyi yapandan öğrenmek gerektir. Hata yapmak, hem malzemenin, hem de zamanın kaybolmasına sebep olacaktır.

Tekrarı olmayan hayatta da bu şekilde yanlışlar şaka götürmez bir gerçektir. Ve bu cezayı verecek;  Cebbar olan Allah’tır. Orada bir vadi dolusu altın da olsa ve hepsi fidye olarak sunulsa asla kabul olmayacaktır. Bu dünya mahkemelerinde torpil geçse de, o âlemde asla torpil olmayacaktır.

“Şüphesiz küfredip kâfir olarak ölenler, bunların hiç birisinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak verse de- kesin olarak kabul edilmez. Onlar için acı bir azab vardır ve onların yardımcıları yoktur. ” (Al-i İmran / 91)

Öyle ki; bu dünya süsü olan, can kadar sevilen evlatların fidye olarak sunulacağını, bunun da kabul olmayacağını okuyoruz Mearic Suresi’nde:

“Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkâr, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister.” (Mearic / 11)

Görünen o ki; her sorumluluk bir üstünlük getirirken, her sorumluluktan kaçış da mahrumiyet doğurur. Günde beş defa farz kılınan namaz; manevi olarak beş kat yükseltirken, kılmamak beş kat aşağıya çekecektir. Çünkü namaz insanı medeni kılacaktır.

“Sana Kitap’tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut /45)

Çirkin ve kötü olan her şeyden uzak tutarak huşu ile kılınacak namaz, her an ölümü hatırlatıp Hakk’a vereceği hesabı düşündürecektir.

Hesabı veremeyeceği işleri yapmamayı ve ortamlarda bulunmamayı gerekli kılacaktır. 

Her haklıya hakkını vermeyi, haksızlıklar karşısında olmayı zorunlu kılacaktır.

Her hak iddiasında bulunana da hakkını hatırlatmayı, hakka riayet etmezse elinden alınması gerekliliğini hatırlatacaktır.

Sorumluluklar yerine getirilmezse; bundan dolayı birçok mahrumiyetler göreceğini, yaşayarak anlayacaktır.

İş işten geçmeden, zamana galip olmadan, kapıyı ölüm meleği çalmadan sorumlulukların yapılmayıp, mahrumiyetlerle yüz yüze gelmeden uyananlara ne mutlu!

Rabbim! İlmimizi, anlayışımızı ve imanımızı arttır. Kalbimizi dinin üzerine sabit kıl. Bizi salih kullarından eyle. Canımızı Mü’min olarak al. (Âmin)

Aile Danışmanı: Asiye Tanrıöver Türkan | Nisanur Dergisi | Ağustos 2022 | 129. Sayı

Yorum yap