Hâkim olan kudretlinin adıyla!
Verdiği göz için, yarattığı görülmeye değer varlıklar için, ihsan ettiği dikkatli bakış için, ulaştırdığı menzil için hamdolsun. Doğru bakmayı ve okumayı öğreten Resulüne salat ve selam olsun.
Her şeyin aynı görüldüğü, sıradan atfedildiği, anlamsız damgasıyla damgalanan dünyaya, yeni doğan gözüyle bakmaya, mümince bakmaya ne kadar da muhtacız şu medeniyet asrında. Her dem yeniden doğabilmek için varlıklara dikkatli gözle bakmaya, görmeye, tanımaya, kavrayıp üzerinde düşünmeye ve oradan varlıkları var eden Mutlak’a, Mutlak Varlık’a ulaşmaya çalışmaktan başka yol var mı?
Her bir varlığın, “Pencereden izleme, uzaktan bakma, gir içime, bütünleş benimle, sana anlatacaklarım var” davetiyle başlar sonsuzluğa ulaşan bakışımız. Varlıkta bir zerre olur, her bir ayrıntısındaki incelik, uyum, ilim, kudret şaşkınlığa o da hakikate ulaştırır. Zihnimiz bu şöleni bırakmak istemezken, ruhumuz ve kalbimiz de eşlik eder bu huzur yolculuğuna, huzurda yolculuğa. Tek bir varlığa olan bu anlamlı nazar, varlıktaki mükemmellikleri gördüğünden, kendisinin de özel ihsanlar kuşağında olduğunu hissediyor olmalı ki; dönmek istemez gittiği yerden. Aramak, aradığını bulmak, bulduğunu bilmek, bildiğini görebilmek ister. Hedef büyük olduğundan, bakışta büyüyerek parçanın da içinde olduğu tüm resmi görür. Gördüğünü anlamaya başlar.
Varlıkların hakikatini anlama görevi ile hemhalken akıl, en sevdiği yemeği tadan dilden farksızdır. Zira parçanın bütündeki ahengi, onu şimdiki durumdan yola çıkarak öncesini ve sonrasını kavramaya zorlar. Bu da onu öncesi ve sonrası olmayana yönlendirir. Boşa kürek çekmeyen, sahili selamete ulaşan akıl, yanında mutmain olmuş kalp de olunca kaygısızca kanat çırpar hakikatler ülkesinde. En büyük hakikate ulaşana kadar devam eder bu anlam yolculuğu. Göz gördüğünü akla devretmiş, akıl ok işaretlerinin gösterdiğine hayranlığını itiraf etmiş, kalp sevmiş ve teslim olmuşsa; bedene gereğini yapmaktan, secde etmekten başka çıkar yol kalmamıştır. Anne rahminde doğum kanalına giren bebeğin yaşadığı süreçten farksızdır ve bunun sonucu şehadet mertebesine ulaşmaktır.
“Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı.” (Necm /11) Göz, akıl ve kalp emanetçisini rahat bırakmayarak bildiği ile amel etmesini; bildiğini, yaşadığı hayatı ile ispat etmesini ister. Aldığı her nefesi, doğru ve faydalı bir iş üzereyken vermesini ister. Anlamaya çalıştıklarının ete kemiğe bürünmüş şeklini görmek ister. Başlangıcı ilim olanın ortası amel ve ibadet olmalı ki; sonu rızayı İlahi olsun bilinci, başka kapıyı aralar. “Sen varsın, sahibimsin, her şeyin sahibisin, söylediklerine inanıyorum, şahidim” diyebilmenin yoludur belki de Rabbin ahlakıyla ahlaklanmak.
Şahit olmaya seçilmiş olmanın şükrünü yapabilmek için de muhtaç olmak… Tekerleme gibi olan hayatlarımıza bir değer biçmek… Hamd penceresi ile kâinata, varlıklara yeniden bakabilmek… Doğmak, tekrar tekrar doğmak… Her bakışta, her konuşmada, her susuşta tefekkürün mıknatıs gibi çektiği gizemli, heyecan dolu atmosfere uçmak… Kanatlı atıyla bir hakikatten öbürüne konmak… Üç noktalı hayatlarımızın son noktası…
“Âlem üç şeyin bütününden ibarettir; varlık, düşünce ve hareket. Bunların hepsini kendinde toplayan insan, üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır; hakikatin, hayrın, güzelliğin.” Bu sözlerin sahibi Nurettin Topçu, dikkatlerimizi inen ilk vahiy ayetlerine çekmekte adeta… “Yaratan Rabbinin adıyla oku”maya davetin neticeleri olan hakikat, hayır ve güzellik önümüze konmakta.
Okumaya şahsından başlayan insan önce kendini fark eder, varlığını görür. Bu bakış anlamsız, öylesine bir bakış değildir. Çünkü varlığı, her bir detayında ne kadar özenli, kıymetli olduğunu söyler ona. Herkesin bir yüzü vardır ama hiç kimsenin yüzü onun ki gibi değildir. Herkesin bir sesi vardır ama onun sesi gibi değildir. Varlıklar âleminde kendi biricikliğini görür. Tek tek incelediği her bir varlıkta gördüğü bu biriciklik mührü, onu bir olanı düşünmeye sevk eder. Bütün varlıkların “Güzeller güzeli” yaratıcılarının eseri, mektubu, aynası olması hakikatiyle karşılaşan insan, hayrın ve güzelliğin kaynağını bulmuştur artık. Bundan sonraki tüm hareketleri, kaynağından aldığı bu hazinenin tanınması için gayret etmektir. Bilir ki bu, ona bir lütuftur.
“Sinemada görmüştüm. Amerika’dan gelmiş bir turist kafilesi Louvre’u geziyorlardı. Tabloların önünden koşar adım halinde geçiyor, onları bir rüya gibi sisli ve müphem, güya görüyorlardı. Güya onların sanat sırlarını keşfediyor, güya onlardan bir şey görüp anlıyorlardı. Bu turist kafilesi, o ziyareti belki beş dakikada bitirdi; otobüslere binip oradan ayrıldılar. Eh Louvre’u görmüşlerdi. Amerika’da bol bol övünebilirlerdi. Hâlbuki bir tablonun önünde senelerce oturup incelemek belki kâfi değildi. Her zerresi mucize olan bu kâinatı, ben de o turistler gibi gaflet içinde gezdim. Ne gördüm, ne anladım. Az sonra rehberimiz boruyu öttürecek:
– Haydi otobüslere.”
Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’ın hatırasında değindiği bu durum, yirmisinde ölüp de sekseninde gömülmenin somutlaşmış halidir. Varlığı, varlıktaki hakikati göremeyen insan, bu kutlu yolculuğa çıkamaz. Zira başka yollara sapmıştır. Varlıktaki hakikatin üzerini örttüğünden manen ölüdür.
***
Bir tepenin üstünde genç bir adam
Düşünüyordu kendi kendine
“Melekler benimle konuşur mu?” diye
Bir otlak kuşu öttü neşeyle
Ama o bunu duymadı…
“Melekler lütfen konuşun benimle!”
Diye yalvardı genç adam
Bir gök gürültüsü yardı semayı
Ama o bunu dinlemedi…
“Melekler sizi görmek istiyorum!”
Diye sızlandı bu defa delikanlı
Etrafına bakındı merakla
Bir yıldız parlıyordu gökyüzünde
Ama o bunu görmedi…
“Bana bir mucize göster Allah’ım”
Dedi genç sabırsızlıkla
Bir bebek “merhaba” dedi o anda köyünde hayata
Ama o bundan habersizdi…
“Meleklerin bana dokunmasını isterdim” dedi
Ve bir kelebek kanatlarıyla
Yüzünü okşadı usulca
Ama o kelebeği elleriyle savuşturdu
Ve ümitsizce yürüyüp gitti… (Gülümseyen Öyküler – Murat Çiftkaya)
Gülfer Ekmen | Nisanur Dergisi | Şubat 2019 | 87. Sayı
Yorum yap