Bismi hu!
[ap_dropcaps style=”ap-square”]İ[/ap_dropcaps]nsanoğlu, içinde koca bir alem taşır. Alemde ne varsa insanda da o olduğu söylenir. İnsan ise alemde ne varsa hepsinin merkezindedir. Çünkü alemin varlık sebebidir insan. Aleme hükmetme yetkisi, onun içindir ki ona verilmiştir. Peki, aynı insan kendisine hükmetme konusunda ne kadar kudretlidir? Ne kadar kendisini kontrol edebiliyor? Vicdanı ne kadar aktiftir? Tüm bunların cevabı, kendisini ne kadar tanıyabildiğine bağlıdır.
İnsanın kendi öz benliği, Allah’ın kendisine üflediği yüce ruhudur. Bu ruh, tüm ahlaki özellikleri bünyesinde taşır. İnsanın Rabbiyle, kendisiyle, toplumla olan iletişimindeki ölçüleri belirler. Bu ölçüler de insanların bir arada yaşayabilmesini sağlayacak adil bir nizamın oluşumunda kaynaktır. İnsanın taşıdığı ruha, iyi olan ve kötü olan şeylerin bilgisi verilmiştir.
Yani insan, aslında doğuştan adaletin, merhametin, anlayışın, yumuşak huyluluğun, cömertliğin, şefkatin ölçüleriyle dünyaya gelmiştir. Kendisini devamlı bu ölçülere yönlendiren bir gücü bünyesinde taşır. Bu güç, onun kötü olan her şeye tiksinti ve nefret beslemesini sağlar. İşte bu güç vicdana verilmiştir.
İnsan eğer yaratıldığı o tertemiz tabiat üzerine kalmış olsa; hiçbir etkinin altında kalmasa, kendi vicdanı onu Allah’a götürür. Rabbini bulmasını, doğru olana yönelmesini sağlar.
Vicdanın sesini duymamanın en büyük nedeni, o sese muhalif olan sesleri dinlemek ve itaat etmektir. Kişi, vicdanına muhalif olan nefis, şeytan ve yandaşlarının sözüne kulak verdikçe onların sesi daha fazla yükselir. İnsanın üzerindeki tahakkümü artar. Vicdanın sesi o kadar bastırılır ki artık duyulamayacak hale gelir. Kişinin aldığı ilimler, bünyesinde taşıdığı vicdani/ahlaki değerlere muhalifse yine onlar bünyeye baskın gelir ve kişiyi nefse ve hevaya yönlendirir. Böylece kişi vicdanından uzaklaştığı ölçüde aslında kendisinden uzaklaşmış, kendisinden kaçmış olur.
Modern eğitim sistemi de insanın fıtratını göz önünde bulundurmayan, aksine fıtratına muhalif; heva ve heves doğrultusunda şekillenmiş bir sistem olduğu için insandaki değerleri, ölçüleri ortaya çıkartıp geliştirmek yerine köreltiyor. Aslında insana savaş açıyor. İnsanı yozlaştırıyor. Onun için akıldan vicdana insan fıtratına uygun, onu doğruya kanalize edecek, geliştirecek bilgilerin akması; akıl ile vicdan arasında sağlam bir köprünün kurulması zaruridir.
Vicdanın aktif olması, görevini yapabilmesi için devamlı ilimle beslenen, doğru düşünme yeteneğine sahip olan akla ihtiyacı vardır. Onun içindir ki insana irade (seçme yeteneği) verilmiştir. Akıl olmasa idi seçme yeteneği verilmeyecekti. İnsan kendi bünyesinde akıl, vicdan, nefis barındıran bir alemdir. İnsanın üzerinde hangi güç etkin ise insanın iradesi onun elindedir. İrade eğer tek başına aklın elindeyse; akıl hem nefse, hem de vicdana üstün gelir.
Aklın doğru bir istikamette hareket etme kabiliyeti elde edebilmesi için iman, ilim, salih amel şarttır. Bunlar olmadığı zaman akıl kalpten uzaklaşır, yine nefsin kontrolüne kolayca girer. Sapkın düşünceler üretir. Kişi mantıkçı, sorgulayıcı, çıkarcı hesaplar içinde olur. Onun için aklın vicdanla, yani ahlakla ittifakı önemlidir. Terazisini kaybetmemesi için imanla, merhametle, şefkatle, adaletle, cömertlikle ittifakı şarttır. İslam alimleri, vicdanla bağı sıkı olan akla kalbin aklı, kalbin kulağı, kalbin gözü gibi tabirler kullanmışlardır. Yani ahlak kazanmış akıl.
Vicdan ise insana tek başına hakim olduğunda, yani akıldan, ilimden, bilinçten yoksun olduğunda bu kez insan, duyguları konusunda ifrat ve tefritler yaşar. Kendi kendisini kontrol edemez. Acıma duygusu galip geldiğinde adil olamaz.
İslami ilimler, kişinin vicdanındaki bilgilerin tohum misali ortaya çıkıp yeşermesini sağlar. İnsanın bünyesinde var olanları birebir geliştirir. İslam’ın ana gayesi de fıtrattakileri ortaya çıkartmak ve doğruya yönlendirmektir. Onun için aklın ilimle güçlendirilmesini ister. İlk inen ayetin “oku” olmasının sırrı da burada yatar.
İnsanın vicdanına verilen yasaların aileyi, toplumu ve tüm evreni adalet ve hakkaniyet çerçevesinde dizayn edebilmesinin şartı; o yasaların Kur’an ve sünnetle beslenmesine bağlıdır. Yani tohumdan ağaç olma ve meyve verme aşamasına geçmesine bağlıdır.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Nefse ve onu şekillendirene, ona iyinin ve kötünün bilgisini verene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen ziyan etmiştir.” (Şems /7-10)
Şems Suresi’ndeki bu ayetlerle, insanın vicdanına iyi olan ve kötü olan şeylerin bilgisinin verildiğine işaret ediliyor. Ayette “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir” deniyor. Yani nefis devamlı kötülüğü emreder. İnsan bazen düşer, hata yapar, günah işler. Fakat bunun böyle kalmaması gerekir ki vicdan körelmesin. Kalp katılaşmasın. Çünkü kalp katılaştığında hissizlik, duyarsızlık başlar. Onun için nefsin kontrol edilmeye, arındırılmaya ihtiyacı vardır. Nefis muhasebe edildikçe işlenen hatalar fark edilir, çiğnenen ahlaki yasalar göz önüne gelir.
İradeye galip gelen öfke midir, yoksa makam sevgisi midir, ya da dünya sevgisi midir, şehvet midir? Hangi nefsani duygular, insana çeşitli hataları işletmiştir? Bunlar ancak nefis muhasebesi esnasında ortaya çıkar. Kişinin, kendisine neyin galip geldiğini, hangi yönlerinin tedaviye ihtiyacı olduğunu idrak etmesi gerekir. Yani kendi kendini tanıması gerekir. Ancak kendisini tanıyarak, tevbe ile gözyaşı ile nefsini arındırmaya yönelir. Kendisini tanıyan, nefsinin oyunlarını fark eden kişi, kendisini muhasebe sonucunda ince bir elekten geçirir. Gözyaşlarıyla tevbeye, istiğfara yönelir.
Ancak kendini tanıyan Rabbini tanır, O’ndan saygı ile korkar, haya eder. Kendini, yani nefsinin vesveselerini, şeytandan gelen fısıldamaları, vicdani duygularını, Rabbinin kendisinden istediği ahlaki yasaları tanımayan, düşünmeyen insan gaflete düşer. Arınmayı gerçekleştiremez. Aktif bir vicdan için aktif bir tevbe lazımdır.
Hz. Ömer bir ayet okuduğunda günlerce etkisinde kalıp eve kapanıyor ve ağlıyor. Karısı, onu soranlara hasta olduğunu söylüyor. Hz Ömer, günahlarına ağlamaktan gözünden iki yanağına doğru gözyaşı izi olan kişidir. Yine bir gün münafıkların listesi Resulullah’da iken kendisinin adının da o listede olduğuna inanıyor. Devamlı nefis muhasebesi yaparak kendisini o kadar ince bir elekten geçiriyor ki; “Eğer Allah’ın rahmeti olmasa Ömer asla cennete giremez” diyor.
İşte kişinin devamlı kendisini dinlemesi; nefis, akıl, şeytan, vicdan gibi etkenlerin arasında hangisinin veya hangilerinin kendi üzerinde etkili olduğunu tespit etmeye çalışması gerekiyor. Aksi taktirde içi çürüyen, fakat dışı güzel görünen bir elma misali içten içe çürüme yaşar. Allah’ın kendisinden razı olmayacağı işler yapar. Kendi nefsini hesaba çeken kimse, Allah’ı da insanlığı da razı edecek işler yapar.
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor; “Pişmanlık duyup tevbe edenleri, ibadete devam edenleri, hamd edenleri, oruç tutanları, rüku edenleri, secde edenleri, iyiliği emredip kötülükten sakındıranları ve Allah’ın koyduğu şer’i hudutları hakkıyla koruyanları müjdele.” (Tevbe /112)
Ayette kuruluşa erecek olanların vasıfları sayılıyor. Fakat ilk vasıf, devamlı kendi nefsini muhasebe içinde olmak, günahlarını gözünde büyütüp pişmanlık acısı çekmek olarak geçiyor. Yani içe dönük bir arınma ve kulluğa dair vazifeler, daha sonra da toplumsal sorumluluklar sırası ile sayılıyor. Kişinin kendinden topluma doğru sorumlulukları ele alınıyor.
Pişmanlık duygusu, vicdanı aktif hale getirir, uyanık tutar. Tevbeler, ağıtlar paklaştırır, temizler, yumuşatır. Diğer sorumlulukları şevkle yapacak, tadını aldıracak hale getirir. Onun için, vicdanın bakımının yapılması lazımdır ki; diğer sorumluluklar hakkıyla yerine getirilsin. Namazdan, oruçtan emri bil marufa kadar tüm ibadetler vicdandan güç alsın. Bünyeyi ayakta tutsun.
İlimle ve salih amellerle beslenen bir akıl; tevbe ve tefekkürle beslenen bir vicdana sahip olma dileği ile Allah’a emanet olunuz.
Aynur Sülün | Nisanur Dergisi | 83. Sayı | Ekim 2018
Yorum yap