Bismillahirrahmanirrahim.
İnsanların yaşadığı hayatı; bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik ve yaşlılık diye evrelere ayırır bilim insanları. Bu ayırımı yaparken, genellikle kriterleri insanın biyolojik yapısı ve yaşıdır. Bu çağlar içerisinde üzerinde en çok durulan da hiç şüphesiz ki gençlik ve yaşlılıktır.
Peki, kimler genç sınıfına girer, kimler yaşlı sınıfına?
Farklı zamanlarda yaş grupları farklı olarak sınıflandırılır. Son yıllarda 18-65 yaş aralığını genç, 66-79 arasını orta yaş, 80 ve yukarısını yaşlı olarak ifade etmeye başladılar. Bu tasnifler toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik gösterir elbette. Ancak hangi yaşta olunursa olunsun asıl önemli olan, ruhu canlı ve diri tutmaktır.
Evet, ruh biyolojik olarak yaşlanmaz. Onu diri tutmanın yolu; hayatın en güzel çağı olarak ifade edilen, kanın damarlarda deli deli aktığı, güç ve kuvvet bakımından zirvede olunan gençlik heyecanını devam ettirmektir.
Nedir bu heyecan ve nasıl devam ettirilir? Kastedilen, hayata fütursuzca bakıp kafasına eseni yapmak değildir elbette. Rabbinin ona vermiş olduğu, hayatının bu en güzel zamanlarına has özellikleri doğru hedefler için kullanmaktır. Bu özellikleri, Azrail aleyhisselam ile buluşma anına kadar devam ettirebilmektir.
Siyer-i Nebi okuyanlar, şu olayı çokça okumuşlardır:
Bir defasında Hz. Hasan ve Hüseyin’i, Hz. Peygamber’in birer omzuna oturmuş halde gören Hz. Ömer, onlara “Altınızdaki at ne kadar değerlidir!” diye latife yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer’e, “Onlar da ne iyi binicidir!” diyerek karşılık verdi. (Tirmizi)
Bu hadis-i şerifi, genellikle Resulullah (SAV)’ın çocuklarla ilişkisini değerlendirirken ele alırız.
Peki, 55 yaşının üzerindeki bir insanın torunlarını sırtına alıp, onlarla atçılık oynama heyecan ve kuvvetini nereden bulduğu açısından hiç değerlendirdik mi? İçindeki bu duyguyu nasıl canlı tuttuğunu hiç düşündük mü?
Çocuklarda ve de gençlerde, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji vardır. Genellikle her şeye heyecan ve coşkuyla bakarlar. 40’lı yaşlardan sonra insanlar genel olarak bu heyecan ve coşkularını kaybetmeye başlarlar. Bu duyguların çocuklara ve gençlere ait olduğunu düşünürler. Bu yaşlarda bu duyguları taşımayı, abes dahi görenler vardır. Aslında insanı canlı tutan, hayata ve de olaylara karşı bakışını etkileyen, bu heyecanı ne kadar devam ettirebildiğidir.
Gençlikte yapılan ibadetlerdeki tat ve haz bambaşkadır. O aşk ve heyecanla yaptıkça yapmak ister. İnsan, hayata karşı heyecanını kaybettiği zaman ibadetlerdeki hazzı da kaybetmeye başlıyor. Çünkü hayata bakış, ahirete bakışı etkiler.
Şu noktaya da dikkat edilmelidir ki; kastedilen heyecan delice, sorumsuzca istediğini yapmak, adrenalini yükseltmek için olmadık şeyler yapmak demek değildir. Kastettiğimiz; küçük yaşlarda iman edip, bu aşka ulaşıp bu aşk ve heyecanla ömrünün son anına kadar ilay-ı kelimetullah için at sırtından inmeyen Hz. Ali ve onun gibi sahabe-i kiramdan arkadaşlarının (Allah hepsinden razı olsun) heyecanıdır. 80 yaşlarında olmasına rağmen, İstanbul surlarına kadar gelen Ebu Eyyub el-Ensari (RA)’nin kalbindeki imanın heyecanıdır. Biyolojik yaşı kaç olursa olsun, ruhunu çöktürmemektir.
Yani heyecanı ‘hayacan’ olarak ele alırsak; hay= canlı ve diri olmaktır. Can= insana hayat, canlılık veren ruhtur. O zaman canı her zaman diri tutmak; pörsümesine, solmasına izin vermemektir.
Resulullah (AS) şöyle buyurmuştur; “Sizden birisi, bir fidan dikmek üzereyken kıyamet kopsa bile onu dikecek zamanı bulursa onu diksin.” (Ahmet b. Hanbel)
Acaba Hz. Peygamber bize sadece ağaç dikmenin önemini mi vurgulamak istemiştir, bu hadisinde. Yoksa amaç başlanılan işi her şart ve ortamda ilk andaki heyecanla, severek yapmayı devam ettirmek mi? Çünkü hayatı devam ettirmek için kula düşen; tedbir almak. Takdir ise yaratıcıya aittir. Onun için de Müslüman’ın dünyada geçirdiği zaman dilimi her ne olursa olsun, nefes aldığı sürece, ruh bedenini terk edinceye kadar bir cehd içerisinde olmalıdır. Unumu eledim; eleğimi astım, anlayışı taşımamalıdır. Nefes aldığı sürece, Necip Fazıl’ın tarif ettiği şu genç ruhunu yaşatmaya çalışmaktır, kula düşen:
“Ne bugünkü murakabesiz, rehbersiz, gayesiz ve şahsen mesuliyetsiz gençlik; ne dünkü çürümüş ve kokmuş, şaşırmış ve ihtilâca düşmüş nesiller; ne de evvelki kitapların ve mevzuların başlıklarına takılı ve kakılı softacıklar nesli… İslâm inkılabını kadrolaştırmaya memur gençlik, sahabîler ve onların gerçek bağlılarından başka kendisine hiçbir ruhî örnek kabul etmeyecek ve bu ruhu, baştanbaşa yepyeni, fakat aslına uygun olarak, nefsinde ve dünyada maddeye nakşedecektir.”
Nitekim çevresini biraz olsun gözlemleyen her duyarlı insan, etrafta gezen nice ihtiyar gençler görecektir. Bunlar hayata karşı yorgundurlar. Yerlerinden kalkamayacak kadar uyuşuk, ellerinde ve kulaklarında taşıdıkları şeyin, kendilerini hayata bağlayan göbek bağları olduğunu zannederler. Buna mukabil; nice genç ihtiyarlara da şahit olacaktır. Yaşı belki 70, 80 veya 90’dır ama ruhu 18-20’sinde gibidir.
İnsanı yaşlandıran, yıllar değildir yani. Gönlünden iman için mücadeleyi bırakan, çorak toprak misali olan kalplerdir, insanı ihtiyarlatan.
Anlattı erenler: Bir
bahar değil,
Aşıkın ömründe bin bahar varmış.
Hicranla ağaran bu saçlar değil,
Sevgisiz kalan kalp ihtiyarlarmış… (Faruk Nafiz Çamlıbel)
Gençlik heyecanını devam ettirebilmek dileğiyle…
Rana Çeçen | Nisanur Dergisi | Mart 2019
Yorum yap