Şüphesiz her birimizin bir hayal dünyası vardır. Her şeyin gönlümüzce olduğu, üzüntü ve stresten uzak, ‘neden olmasın ki’ deyip olağanüstülüklerle bezediğimiz pembe hayallerimiz…
Evet, hayaller genellikle böyledir. Çünkü bizler hayatımızın, ruha hitap eden bir şiirin mısraları gibi, göz alıcı renklerin her tonunda mis kokulu çiçeklerle bezeli bir bahçe gibi ahenkli olmasını isteriz.
Hayatımızın her anını, çocukluğumuzdan itibaren fotoğraf kareleri ya da kısa videolar gibi hayal dünyamızda depolar, vakti geldiğinde de hayatımıza dâhil etmek isteriz.
An gelir, hayal dünyamızda özenle ekip, özveriyle büyüttüğümüz nadide çiçeklerimizi, hayat bahçesine ekmenin zamanı geldi, diye düşünürüz. Tam da bu sırada bakarız ki o çiçeği ekmeyi planladığımız alanda farklı bir bitki yeşermiş. Kök salmış. ‘Bunun burada ne işi var’ deyip öfkeleniriz genellikle. Kabullenmeyiz. Var gücümüzle koparmaya çalışırız hayal dünyamıza yabancı o bitkiyi. Bazen kazma kürek dalarız. Ya koparır atarız, koparmaya vakıf olamasak da muhtemelen o bitkiden artık bir fayda gelmez. Çünkü yeterince zarar vermişizdir.
Bazen de hayal dünyamızdaki sadırları, hayat bahçesine ekmeyi başarırız lakin zaman geçer bir de bakarız ki solup gitmiş. Hayal dünyamızda şiddetli depremler olduğunu hissederiz.
Deprem her ne kadar yıkıcı görünse de aslında yapıcıdır. Zira zamanla anlarız muhtemelen; hayal dünyamızın iklimiyle hayat dediğimiz şu âlemin ikliminin her vakit aynı olmadığını… Hayal dünyasındaki her sadırın bu sebeple hayat bahçemizde yetişmeye müsait olmadığını…
Hele ki hayatımızda yaşadıklarımız, hayal âlemimizdekilere taban tabana zıt ise vay ki vay… Her zerremiz basar vaveylayı. Önce içten içe olur lakin benliğe bu denli baskı yapan duygular teskin olmazsa zamanla dışa vurur. Bu dışa vuruşlar ise genellikle hem kişiye hem çevresine zarar verecek niteliktedir.
İsterseniz bu durumları biraz örneklendirelim. Hani derler ya her genç kızın hayalinde bir beyaz atlı prens vardır. Genellikle de öyledir… Kaşına, gözüne, huyuna, suyuna kadar beyaz atlı prensinin portresini çizer hayal dünyasında.
Güzelliği gözüne, güzel huyu gönlüne hitap etsin. Ne hissettiğini, neyi isteyip- neyi istemediğini, söylemeden tahmin edecek anlayışa sahip olsun. Arada küçük sürprizler yapsın. Biraz nazını çeksin. E biraz da şımartsın…
Gün gelir evlenir. Belki adamcağız daha fazlasını da yapmaya niyetli ama hayalindeki düğün, hayalindeki altın, hayalindeki ev-eşya vs. derken garibanı o kadar yormuştur ki… O eve gelirken kirayı, faturayı, taksiti düşünüyordur; genç kadın ise elinde kırmızı bir gülle birazdan kapıyı çalacak bir romantik hayal ediyordur…
Çoğumuz evlenirken bizi öz kızından ayırt etmeyen, yeri gelince dertleşeceğimiz, gülüp sohbet edeceğimiz… Bazen anne, bazen abla, bazen arkadaş yerine koyabileceğimiz… Bir hatamızı görürse setredecek, gerektiğinde güzelce nasihat edecek, her vakit iyiliğimizi isteyecek bir kayın valide- görümce hayal etmişizdir.
Oysaki karşımızda bizi rakip gören, hatamızı kurcalayan ve dahi eksiğimizi, kusurumuzu abartarak başkalarına anlatan, zaman zaman kırıcı laflarına muhatap olduğumuz bir kayın valide- görümce bulmamız muhtemeldir.
Böylesi bir durumla karşılaşınca çoğu zaman; “bunun sebebi nedir, normale dönmesi için ne yapmalıyım” diye düşünmeden şikâyete başlarız. Eşimiz iki arada bir derede kalır ve ne yapacağını bilmez vaziyettedir. Bu durum bizi daha da çileden çıkarır. Ya o ya ben, deriz. Bir seçime zorlarız.
Öyle ya, bu dikenli bitkiler bizim hayal bahçemizde yoktu ki! Onun için biran önce kökünden koparıp atmak gerektiğini düşünürüz.
Belki de bizim dikenden ibaret gördüğümüz o bitkinin biraz bakım, biraz çabayla çiçek açacak küçücük tomurcukları vardır da biz sadece koparmaya odaklandığımız için göremeyip yolmuşuzdur, olamaz mı?
Aile içi sorunlar kısır döngü gibidir ve çözüm odaklı yaklaşılmadığı sürece son bulduğu pek görülmemiştir. Velev ki neticeye varılmışsa bile bundan hiçbir taraf istediğini elde edememiştir.
Nitekim hayatımızdan tamamıyla söküp atmanın o kadar da kolay olmadığını anlamışızdır ama heyhat geriye sadece dikenler kalmıştır…
Evlat… Birçok peygamberi bile karşısında aciz bırakmış büyük ve zor bir imtihan! Ama gel gör ki hayal dünyamızdaki evlat öyle mi? Ana karnındayken tekmeleriyle bile mutlu olduğumuz, doğduğu andan itibaren etrafına mutluluk ve huzur saçan, güzel, sağlıklı, zeki, başarılı, uyumlu, sevimli, saygılı, düşünceli, anlayışlı…
İşte hayal dünyasındaki çocuk bu ve benzeri özelliklerden müteşekkildir. Neticede bembeyaz, tertemiz bir sayfa ve kalem bizim elimizde!
Gelgelelim gerçek hayat… Bulantılar, baş dönmeleri, halsizlikle geçen bir gebelik -doğumdan bahsetmiyorum bile- dünyaya geldiği andan itibaren uykusuz geceler… Diş çıkarır, gazı olur, düşüp ayağını incitir, ateşlenir… Okula gider akıl onda kalır, yanında olmadığında “acaba güvende mi” diye her an evham yapılır…
Bunlar yine olağan durumlar. Hele ki sağlıklı beklerken -Allah-u Teâlâ bütün çocuklarımızı muhafaza etsin- bebek kalıcı bir rahatsızlıkla doğmuşsa, ya da sonradan başından büyük bir kaza geçmişse, evlat ana-babaya asiyse, kötü arkadaşlıklar-huylar edinmişse… Vah ki vah!
Evlat, ana-babanın geleceğe umutla baktığı penceresidir. Hal böyle olunca, hayal dünyamız temelinden sarsılır, hatta belki yıkılır…
Hayal bahçemizdeki bir sadırın, hayatımızda yeşerip kök salmasını, çiçek açmasını istiyorsak, öncelikle o sadırı nereden aldığımızın farkında olmalıyız.
Bir filmden mi, diziden mi, sünneti şiar edinmiş bir sahabenin hayatından mı, bilumum zengin bir kimsenin yaşantısında mı sadır oldu bu hayal? Cevabından emin olmalıyız…
Sonra hayal dünyamızla gerçek dünyamızın iklimini karşılaştırmalıyız. En önemlisi de bu sadır, sünnet ikliminde yetişmeye müsait mi ona bakmalıyız. Zira sünnet ikliminde yetişmeye müsait olmayan bitki, hayat bahçemizde açmaya müsait de olsa, kokusu misk de olsa, envai çeşit renkte de açsa ondan asla hayır gelmez. Son olarak tevekkülün şart olduğunu da bilmeliyiz.
Bunun haricinde hayat bahçeme isteğim dışında, benim elimden gayrı bir el tarafından bir bitki ekilmişse, koparılmışsa ya da kurumuşsa? ‘Bu, ilahi bir el tarafındandır ve bunu biliyor olmam, kabullenmem için yeterlidir’ diyebilmeliyiz.
Zira ilahi el tarafından hayat bahçeme ekilen bitki gözüme hitap etmese de kim bilir belki bir hastalığıma şifadır? Belki aşılama ve bakım yapıp o bitkiyi daha verimli bir hale getirmem içindir? Belki gerçekten sadece dikenden ibarettir ama bu dünyada açıp üç gün sonra solan çiçeklere nispeten çok daha kıymetli, ahirette açacak baki çiçekleri vardır? Kim bilir…
Hayat, sil baştan diyebileceğimiz bir word belgesi değil. İki dakikada format atayım da virüslerden temizleyeyim, diyeceğimiz bir telefon değil. Canımın istediğini depolarım, istemediğini silerim kime ne, diyeceğimiz bir hard disk de değil.
Velhasıl hayallerimizi bu çerçevede kuracak olursak şayet Allah-u Teâlâ’nın izni ile hiç biri kırılmayacaktır. Velev ki hayal bahçemizde yetiştirdiklerimizden tamamıyla farklı çiçekler dahi bitse hayatımızda, ‘vardır bir hikmeti’ diyebilmenin verdiği iç huzur, emin olalım her türlü hayalden fersah fersah ötede bir mutluluktur…
Rumeysa Durmaz | Nisanur Dergisi | 79. Sayı | Haziran 2018
Yorum yap