Aynur SülünManşetYazarlar

Harcamalarda ölçülü aileler olmalıyız

Hayata bir ölçü lazımdır. Her konuda, her anlamda bir ölçü…  En yakınımızdan en uzağımıza kadar tüm insanlarla; diyaloğumuzda, ibadetlerimizde, beğenilerimizde, tercihlerimizde, davranışlarımızda, harcamalarımızda bir ölçü bir denge şarttır.

Seçimlerimizi kime göre belirliyorsak, ölçümüzü belirleyecek olan da odur. Eğer ‘insanlar nasıl bakar, nasıl değerlendirir’ kaygılarına sahip isek ölçülerimizin belirleyicisi insanlardır. İnsanları memnun etme çabasının bir durağı yoktur. Çünkü insanların beklentileri sürekli değişir, arzuları ise hiç bitmez. Kişi kendinin seçtiğini zannettiği şeyi, aslında kendi adına değil, başkaları adına seçmiş olur.  Belirleyen de, ölçüyü koyan da başkalarıdır.

Yüce Rabbimizin bizler için kattığı ölçüler değişken ve günübirlik değildir. Kalıcıdır. İnsanın kendi fıtrat kodlarıyla bire bir uyumludur. Yani, Allah adına seçilen her şeyde aslında insan kendisi adına seçmiş, kendisi adına karar vermiş olur. Kendi bünyesine üflenmiş olan melekûti ruhun isteğini yerine getirmiş olur. Allah’ın belirlemiş olduğu ölçüler bünyeye uygun olduğundan, huzura erdirir. Kim, Rabbi tarafından belirlenen ölçüyü kaçırırsa, aslında kendi kendinin dengesini kaybeder.

Nefsin isteklerinin asla bitmeyeceğini bilen Rabbimiz, yüce kitabında parayı nasıl ve nereye harcayacağımızı belirtmiş; böylece israfla ihtiyacı ölçen teraziyi ortaya katmıştır. Vicdanı da bu terazinin başına bir nöbetçi olarak dikmiştir. Tabi ilimle, şuurla, ibadetle beslenen; böylece aktif olan, uyumayan, uyandıran, silkeleyen vicdanı… Eğer vicdan uykuda ise terazinin bekçiliği, hilekâr olan nefse kalmış demektir.

“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (İsra / 26-27)

Ayeti kerimede, öncelikle insanın malında akrabanın ve yoksulun hakkı olduğu belirtiliyor. Müminin, harcama yaparken hak sahiplerini dikkate alması isteniyor. Müminin eline para geçtiğinde, öncelikle içinde hakkı olan muhtaçların payını bir kenara ayırmalıdır. Harcama yaparken “Bu çeşit de evde bulunsun, bir gün lazım olur” anlayışıyla aldığı,  indirime girdiği için fazladan aldığı, gelecek seneye kaldırma amacıyla aldığı her şey israftır. Çünkü bu düşüncelerle aldığı hiçbir şeyi ihtiyacı olduğu için almamış, gelecek kaygılarıyla almıştır. İsraf sadece dökmek, atmak değil; aynı zamanda ihtiyaç olmayan şeyleri almaktır. Yani saçıp savurmaktır.

Bugün bizlere reklam aracılığıyla, sağlıklı beslenme(!) adına yüzlerce yiyecek tavsiye ediliyor. Üretici firmalar, mallarını satmak için insanda yalancı istekler uyandırıyor, sürekli nefsani arzuları harekete geçiriyor, iştahları kabartıyor.

Mevlana Hz. buyuruyor ki; “Düşmanına iyilik yaptığında belki onu kendine dost yapabilirsin, ama nefis denen düşmanının isteklerini yaptıkça sana düşmanlığı artar.”

Kişi nefsinin istediğini yiyip, içtikçe nimete karşı nankörleşir. Çünkü nefis uslanmaz, doymaz, daha fazla çeşitlilik ister. Elde ettikçe, elinde olan nimetler onu memnun etmez. Yiyecek çeşitlerine bir yenisini eklediğinde, ağzının tadını bir derece kaçırmış olur. Yediklerinden artık lezzet almamaya başlar. Bir başkası, bir yenisi, farklısı sofrada yerini almalıdır. Kişi farklı bir yiyecek çeşidini sofraya eklemek istediğinde; evde bulunan bir başka yiyeceği keserek, eksilterek bunu yapmalıdır. Eksilttiği yiyeceğe karşı bir özlemin oluşmasını sağlamalıdır. Damaklar, o yiyeceğin lezzetinden uzak kalmalıdır ki; bir süre sonra yendiğinde lezzet alınsın. Dil nimete karşı nankör olmasın.

Sofrada birkaç kahvaltı çeşidi bulunduran annelerin, istisnasız yaptığı şikâyetlerden biri de çocuklarının sofrada hiçbir şey yememeleridir. Çünkü çocuklar birçok çeşidi bir arada bulabilmiş, bu da nefsi şımartmış ve daha farklı arayışlara itmiştir. Artık önlerinde bulunan hiçbir şeyden tat alamaz olmuşlar. İşte bunun adı nimete karşı nankörlüktür. Bediüzzaman Hazretleri İktisad Risalesi’nde; yenilen bir şeyden tat alamamanın şükürsüzlük olduğunu belirtiyor. Yani nankörlük. Nimete nankörlük ise ayette belirtildiği gibi şeytanın ahlakıdır.

İsraf edenlerin bu niteliğe sahip olması ise kaçınılmazdır. Kahvaltıda az çeşit bulunduran annelerin çocukları, yediklerinden çok daha fazla lezzet alıyor, iştahla yiyorlar. Çünkü nefisleri şımartılmamış. İnsanın yediklerinden gereği kadar lezzet alamayışı, damağının farklı arayışlara girmesi ne kadar acı. Her şey var, ama canı istemiyor. Keşke o her şey olmasaydı, almayı istediği halde kendisini Allah için frenleseydi, para verip almasaydı. Bir gün yediğinde o kadar lezzet alacaktı ki; ilk defa o gıdayı yemiş gibi olacaktı. Bediüzzaman’ın deyimiyle; dili yediği o nimetin şükrünü ödeyecekti.

Evde az yiyecek çeşidi bulundurmakla ve bir yiyecek çeşidi alınacaksa onun yerine evden bir şeyi eksiltmek suretiyle israftan mutlaka kaçınılmalıdır. Örneğin hem pekmezi, hem balı, hem de reçeli sofrada bulundurmak üçünün de yenilmesine engeldir. Sadece birinin bulundurulması, şeker ihtiyacını karşılamaya yeterlidir. Hele ki üçünü bulundurduğumuz halde birileri yoksulluk çekiyorsa, birini dahi bulamıyorsa vay bizim halimize.

Harcamada israfa kaçılması, önce gönlü sonra gözü duyarsızlaştırıyor. Bencilliği artırıyor, bir başkasını düşünme duygularını yok ediyor. Bir gün etli yemek yiyen kişi, en azından birkaç gün nefsinden etli yemeği esirgemelidir ki; onu terbiye edebilsin. Kişinin nefsi güçlendiği oranda kulluğu azalır, dünyaya bağlılığı çoğalır, ibadetler aksatılır. Onun için nefsi, yeme içmeyi kısarak zayıf düşürmek, böylece kalpteki imanı parlatmak lazımdır. Nefis zayıfladığı oranda iman kuvvetlenir, hayata yön verir.

Yüce Rabbimiz müminlerin özelliklerinden şöyle bahsediyor:

“Onlar harcadıkları zaman, ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında bir yol tutarlar.” (Furkan / 67)

Yeme, içmede olduğu gibi, eşya ve giyim-kuşam konusunda da ölçülü olmak gerekiyor. Bizden üreticilerin yönlendirmelerine ve nefsin arzularına karşı direnmemiz isteniyor. Hepimizin malumudur, Allah Resulü (ﷺ) bir savaştan döndüklerinde sahabelere “Küçük cihaddan döndük, şimdi büyük cihad zamanı.” buyuruyor. Sahabeler daha güçlü bir düşman ordusuyla cihad edeceklerini zannediyorlar. Resulullah Efendimiz (ﷺ) ise, en büyük cihadın ‘nefisle yapılan cihad’ olduğunu belirtiyor. Kişi, kendisiyle savaşmaktan hiç yorulmayan, usanmayan nefisini ya devamlı muhasebe edecek, frenleyecek ya da onun esiri olacaktır. Ya dizginleyecek ya da kendi dizginini onun eline verecek, o da kişiyi istediği yöne sürecektir.

Bugün yaşanan yozlaşmaların en büyük nedeni de nefisle olan cihadın ihmal edilmesi, dünyayı hedef edinen insanların yaptığı tüketim yarışına Müslümanların da katılmasıdır… Müslümanların da markaların ardına düşmesi, ‘her şeyin en modernine sahip olma’ kaygıları, her zaman daha farklı, daha güzeline ulaşma isteğidir. Allah’ın kattığı ölçülerden uzaklaşan, ancak kendisine yazık eder, kendi şahsiyetine zarar verir, içten içe çürür. Çünkü kendi ölçülerinden şaşmış, kulların ölçülerine sığınmış, nefsin arzularına kapılmıştır.

Önce iç düşmanlarımıza, sonra da dış düşmanlarımıza karşı güçlü bir direniş halinde olmalı, harcamada Allah’ın bizim için belirlediği ölçüleri dikkate almaktan başlayarak; ilk cephe olan nefis cephesine karşı büyük zaferler kazanmalıyız. Nefis cephesine karşı kazandığımız her zafer, bizi batıl düzenlere karşı direnme ve mücadele etme gücü ile güçlendirecektir.

Aynur Sülün | Nisanur Dergisi | Aralık 2018 | 85. Sayı

Yorum yap