ManşetMeryem VarolÖykü

Göl

Durgun gölün yüzüne bulutların resmi, bütün ayrıntılarıyla çizilmişti. Yere inmiş gibi bir doğallıkla suyun yüzünde duruyorlardı. Bir insanın yarı beline kadar uzamış otlar, suyun dibine kadar uzanmış yosunlar, bir resmin çerçevesi gibi gölün sadece kenarlarını süslüyorlardı.

Zeynep, gölün içine uzanan eski tahta iskelenin ucunda oturmuş ayaklarını suya sarkıtmıştı. Ellerini yumruk yapıp çenesinin altında birleştirmiş, dirseklerini diz kapaklarının üzerine koymuştu.

Yüzü suya yansıyordu. Allı morlu yazmasının içinde sararmış, kanı çekilmiş bir yüz… Çukurlaşmış, küçülmüş gözlerinden akan iri gözyaşları arada bir suya damlıyor, sanki suya minik bir taş atılmış gibi halka halka yayılıp yüzünü dalgalandırıyordu.

Dalgalar genişleyip uzaklaşınca yüzü belirginleşiyor, siması gelip oturduğu yerin hizasında duruyordu. Bazen dalgalanan suyun yüzünde minik kumral saçlı küçük bir kızın siması beliriyor, onu buradan alıp ta çocukluğuna götürüyordu. Karşısında beliren küçük kızın kendisi olduğuna emindi.

Yıllar önce kalbine gömdüğü bu masum çocuk, onu 20 yıl öncesine, bu gölün kenarında ailece yaptıkları pikniğe götürdü. Babasının onlara yüzme öğretmek için saatlerce uğraştığı o güzel pikniğe…

O gün de burada, böyle oturmuştu. Ruhunun derinliklerinde güzellikler bırakan o günden geriye mangaldaki etin tadını, babasının şefkatini ve çocuk yüreğinin mutluluğunu anımsadı. O gün tek üzüntüsü, ayaklarının suya değmemesiydi.

Daha sonra evlenip başka köye gitmesini hatırladı. Yıllarca buralara hasret kalmasını ve ailecek baba evine ziyaretini ve en sonunda Yusuf’unu…

Ah Yusuf…

Zihni Yusuf’ta takılı kaldı. Geçmiş ve gelecek silindi. Çılgınca bir özlem gelip bağrına oturdu.

Onu gören göle baktığını sanırdı. Fakat o nereye baksa Yusuf’u görüyordu.

Dalıp gittiği göl mü, durgundu işte…

Ölüm kadar durgun, ölü kadar hissizdi.

***

Ne kadar geçti bilmiyordu. Dalıp gitmişti. Omzuna bir şeyin değmesiyle irkildi. Yumuşak, minik iki kol hızla boynuna dolandı. Çok düşünmesine fırsat vermeden, ince neşeli bir çocuk sesi kulağına doluştu:

– Aanaa, bulduum seni, demek benden kaçıyordun!

Durdu. Nefes bile almıyordu. Doğru mu duyuyordu yoksa aklı ona kötü bir oyun mu oynuyordu? Bu, bu Yusuf’un sesiydi. Günlerdir düşünüp durmaktan artık çıldırıyordu. Yoksa nasıl olurdu, nasıl?

Dalgalanan zihninin aksine vücudu kıpırtısız duruyordu. Sanki nefes bile alsa arkasında duyduğu sesi yitirecekti. Bir hışım dönmek istiyor, sesini duyduğu minik bedeni sımsıkı tutup hiç bırakmamak istiyordu. Fakat arkasında bir boşluk olması ihtimalini göze alamıyordu. Tıpkı oğlunun yatağındaki boşluk gibi… Kalbinde açtığı o korkunç boşluk gibi…

Yarım bir nefes aldı. Bütün korku ve merakıyla gözlerini gölün yüzüne kaydırdı. Oradaydı.

Evet, tam arkasında… Genç kadının sırtına abanmış, kollarını boynuna dolamıştı. Sarı uzun saçları anasının yemenisine yayılmış, sağ omzunun köşesinden kafasını çıkarıp merakla suya bakıyordu.

Zeynep’in aklını yitirmesine ramak kalmıştı.

Biliyordum ölmediğini. O kadar da demiştim. Günlerdir bir yere saklandı ya da kayboldu. Ama çıktı işte. Rüyaydı demek kaç gündür yaşadıkları. Ne kadar üzülmüştü onu kurtaramadım diye. Uyku uyuyamıyordu. Gözlerini, arkasında kafasının ucu görünen çocuktan ayıramıyordu. Çocuk, Zeynep’in boynuna sımsıkı doladığı kollarını gevşetti. Zeynep’in sağına doğru giderek yüzünü görmeye çalıştı. Bir yandan nağmeli bir sesle:

– Anamm, aanamm! diyordu dönerken, ruh okşayan tatlı bir sesle:

– Kaçamaadınn, seni buldum. Yüz yüze gelmeleriyle çocuğun sesi kısıldı, kekeledi:

– Ama ama senn!

Sesi iyice içine kaçmıştı. Şaşırdı. Çehresi soğudu. Tam tersine Zeynep’te bir sarhoşluk, bir bönlük vardı. Bu onun Yusuf’uydu ve yaşıyordu.

Çocuk kollarını hızla açtı. Birden dengesini kaybedip suya düştü. Suda can havliyle çırpınmaya başladı. Zeynep, birkaç saniyelik bir şoktan sonra ayağa kalktı. İskelede çırpınıyor, bağırıyordu. Aksi gibi etraf pek sessizdi.

– Yusuf, Yusuuuf! Oğlum boğuluyor! Aynı rüyamdaki gibi… Kurtarın Allah aşkına! Her şeyimm Yusuf’um!

Daha önce gördüğü, Yusuf’un şişmiş bedeni, yosun dolanmış ıslak saçları gözlerinin önüne geldi. Aklını yitirecekti, yoksa rüyası gerçek mi oluyordu. Hayır, olmazdı! Olamazdı! Suyun kenarına geldi. Atlayıp kurtaracaktı. Yıllardır yüzmemişti.

Ya yüzemezsem, onu kurtaramazsam! Olsun Yusuf’tan sonra yaşayıp ne yapacağım. Derin bir nefes alıp burnunu eliyle kapatıp suya atladı.

***

– Yusuf, Yusuf’um! Annen sana kurban, oğlum ne olur nefes al! Yoksa anan da ölür.

Nefes alması için elinden geleni yapıyordu. Elinde olsa bundan sonraki nefeslerini ona verip şuracıkta can verecekti.

– Yusuf’um! Nefes al, kınalı kuzum! Allah’ım, onu bana bağışla!

Göğsüne tekrar baskı yaptı. Onu yan yatırınca çocuk öksürdü. Derin bir nefes aldı. Sonra bir anda yuttuğu suyu kusuverdi. Zeynep gözlerini yarı baygın açıp ona bakan çocuğa sevinçle sarıldı. Sımsıkı sardı. Onu hasretle bağrına bastı. Sevinçten gözyaşlarına boğulmuştu:

– Anan sana kurban zeytin gözlüm! Allah’ım sana şükürler olsun. Gözlerini sıkıca yummuş, yüzünü göğe kaldırmış, durmadan şükrediyordu. Kendinden geçmişti. Şuan tek hissettiği derin, tarifsiz bir iç huzurdu. Bağrındaki yavru kaç asırlık hasreti dindiriyor bilinmez, fakat o korkunç boşluğu doldurduğunu iliklerine kadar hissediyordu. Onu kurtarmıştı. O uğursuz rüyada evladını kurtaramamıştı ama gerçekte kurtarmıştı.

Birden kolunu birinin tuttuğunu hissetti. Kulakları yırtan bir ses ortalığı sardı:

– Yavruumm, yavrum!

Kadın feryat figandı. Yer gök ses kesilmişti. Gözleri açık, gelenlere bakıyordu. Fakat ne olduğunu algılayamıyordu. Alık alık yüzlerine baktı. Gelen Halime’ydi. Köylüsü ve akrabasıydı. Halime hemen bağrındaki çocuğa abandı. Ağlıyordu. Hızlı hızlı konuştu:

– Hangi ara geldi bilmiyorum. Bir baktım, yok. Oğlumun suya düştüğünü gördüm. Tarladan buraya gelene kadar kaç kez öldüm, tekrar dirildim. Sen olmasan…

Yutkundu. Biraz düşündü. Başını eğip kısık bir sesle ekledi:

– O da Yusuf gibi bu gölde boğulacaktı.

Ne, ne diyordu bu kadın? Yusuf diyordu, boğulmak diyordu! İyi de bu Yusuf değil miydi? Peki, deminden beri kurtarmaya çabaladığı çocuk? Ya Yusuf, o nerede?

Kadın ağlıyordu:

– Artık sana can borcumuz var Zeynep kadın!

Hala kucağında duran çocuğa dikkatli bakınca Yusuf’a hiç benzemediğini fark etti. Sadece yaşı Yusuf’a yakındı. Ama onu oğlunun hasretinden olsa gerek, Yusuf sanmıştı.

Sevdiğini rüyasında görmek için uyuyan bir insanın onu görüp uyanınca hissettiklerini hissediyordu. Hemen gözlerini yumup rüyasına dönmek istiyordu. Çaresizce çocuğu, Yusuf’u gömdüğü yere; yaralı bağrına bastı. Fakat çocuk kurtulmak istedi. Kolları istemsizce açıldı. Elleri arasından bir kuş gibi havalandı. Hemen annesine sığındı. Karşısında ter içinde kalan, gözleri yaşlı annesinin bağrına kondu. Genç kadının boş kalan kolları yanlarına düştü…

Meryem Varol | Nisanur Dergisi | Ekim 2020 | 107. Sayı

Gerçek bir hikâyeden esinlenerek yazılmıştır.

Comments (1)

  1. Kalemine kuvvet kendimi hikayenin içinde hissetirdi

Yorum yap