Onu gördüğümde, gözlerinde yitirilmiş bir ümidin kırıntıları vardı. Gözlerinin içi gülerdi bir zamanlar ve güzelce tebessümleri… Her insan gibi türlü imtihan süzgeçlerinden sabırla geçmesine rağmen, ruhu ve bedeni belli ki şimdikine yenik düşmüştü. Olur hepimize böyle ara ara, bilirsiniz işte…
“Ellerim tutmuyor, parmaklarım çok halsiz…” dedi. Gözlerim gözleriyle işaret ettiği avuçlarına ilişti. “Ayaklarımda da derman yok…” diye sızılandı. Göz ucu ile bir bakıverdim. Nefes alamıyorum derken titreyen sesi bana hiç yabancı gelmedi. Aynı cümleyi kurmuş bir önceki nefes sahiplerini anımsattı. Bedenindeki sızılarını, sesindeki titreme ele veriyordu.
Elem vardı yüzünde. Azaları dile gelmiş gibi duruyordu karşımda. Göz gördü, kulak işitti. Kelam görülmeyen, sadece işitilenlerle mana ve anlam bulma aşamasına gelince, seyir değişti. Gösteremediği kalbi, eline alıp da işaret edemediği yüreği, açıp da zahir edemediği zihni ve kelama gelemeyen duygulara gelince duraksadı. Ne anlatabildi ne anlatabileceğine inandı ve ne de bir başkasının onu anlayabileceğine itimadı kalmıştı. “Beni konuşmaya zorlama ne olur” dercesine bakan gözleri ne kadar da tanıdıktı.
Dünya, içinde aynı hislerle, ıstıraplarla, imtihanlarla inancını yitirmiş sayısız insanı, bilhassa genci bağrında tutuyordu. Ayrı ayrı insanlar ama aynı karmaşık duygular, muhtelif nefesler ve aynı hissiyatlara gebe ümitsizlik girdabına giriftar olmuş bedenler…
Herkes kendince haklı… Bir diğerine göre öteki haksız. Biri imtihanını diğeri ile yarıştırıyor, bir diğeri yarıştıracak gücü dahi bulmaya muktedir değil. Ortak en belirgin özellikleri, içinde bulundukları anın acısının asla geçmeyecek olduğu vehmine kapılmaları. O anda takılı kalıp bir sonraki ana geçemeyecekmiş gibi bir korku içine girmeleri. En nihayetinde ümitsiz bakan gözlere sahip olup, o kuyudan asla çıkamamaları. Hepimiz biraz uğruyoruz bu döngüye. Öyle değil mi?
Ama kabul, bu seferki bambaşkaydı. Nefes veriyor, alırken aynı hıza erişemiyordu. Baktı, baktım… Tekrarladı: “Nefes alamıyorum!” Gülümsedim, gülümsemedi… Ters tepti tepkim. Yanılıyordu… “Sonuna kadar nefesini ver.” dedim. “Tek bir nokta dahi kalmasın içinde lütfen” diye rica ettim âcizane. Var gücüyle verdi nefesini. “Öyle kal” dedim, kaldı. Beş saniye, on saniye, on beş saniye…
Ayağa kalktık, pencereyi açtık, gökyüzüne baktık. “Bir nefesçik alır mısın?” dedim. Uzun süredir almadığı nefesi gökyüzü ile beraber ciğerine doldurdu. Döndü. Az önceki tebessümüme karşılık verdi ve neden diye sorarcasına kafasını salladı. “Çünkü yanılıyorsun” dedim. “Bak nefes alabiliyorsun işte. Sen çok büyük yanılıyorsun. Hem bir nefes bir umut değil ki, bir nefes bin umut. Sen o umuttan doya doya alıyorsun işte.”
Adına tükenmişlik denilen sendrom, banalleşmeye başlamadı mı sizce de? İnanmıyorum şu tükenmişlik denilen şeye. Acının, imtihanın kıvrımından nasibini almamış kul var mıdır? Hem almayan kul yolda mı sayılır? Canı yanmamış can, nasıl olgunlaşır? Hayatın bütün anlamı, kusursuz kahkahalar savurmak mıdır? O hayat imtihansız ve acısız bir nefes alışverişe mi bağlıdır? Aynı nefesi almakta zorlanışımızın arasında bir bağ var mı, yoksa her insana o doz başka miktarlarda mı sunulmaktadır?
Ağlamak zayıflık mıdır? Gülümsemek, umursamaz olmakla eş anlamlı mıdır? Unutmak için acıdan kaçınmalı, pişmanlıklar altında ezilmeli midir benlikler, yoksa o acıyla yaşamaya mı alışılmalıdır? Desenize; imtihanlar, insanı dünyadan koparıp adına tükenmişlik denilen olguya mı bağlı kılmalı, yoksa insanın şükür sebebi olup Allah’tan geldiğine iman ederek, teslimiyet ve tevekküle mi rabd etmelidir? Her birinin ayrı ayrı cevaplarını, içimiz ile konuşup verelim kendimize daha sonra. Ya bazıları yerine asla oturamazsa?
Baktı, baktım… Acıyla karışık, dünyası başına yıkılmışçasına dile gelen dudaklarıyla tebessüm etti. “Nefes alıyor olmakla halloldu mu şimdi her şey? Bu kadar basit mi yani senin için? Nefes aldım ve bitti öyle mi?” diye sordu. Anlamamıştı. ‘Nefes alamıyorum’ deyişindeki yanlışı, bütün o hissiyatlarının, yanlışlıklarının yalnızca ufak bir numunesiydi oysa.
İnsanoğlu işte… Her şeyin tek tek yanılgıdan ibaret olduğunu gözüyle görmeyinceye kadar ikna olmuyordu. Elleri tutmuyordu, dili bunu söylüyordu ona. Çünkü içindeki acı, onu buna inandırmıştı… Ayaklarının takatsiz kalması gerektiğini kodlamıştı zihnine sızısı. O an tam orada yangın çıksaydı ve su taşımak zorunda kalsaydı o yangına, takatini toplayıp tutmayan dizlerine o derman kim bilir ne de güzel gelecekti… Elleri o ateşi soğutmak için kova kova suyu ne de güzel taşıyacaktı oysaki…
Sustu, sustum… Tebessüm ettim, tebessüm etti. Neyse ki artık bakarak anlaşabiliyorduk. “Kapama pencereyi” dedim. “Bırak daha çok gök dolsun içeri…”
Her birimiz gibi gidecek daha çok yolu vardı onun da, biliyordu. Ümidin kırıntıları kıvılcımlara tutuşmuştu. Ama bunu henüz göremiyordu. “Zaman…” dedim. “Biraz daha zaman…” Eğdi kafasını kalbine doğru. Evet, en azından artık anlaşıldığına inanıyordu.
O tutmayan eller, yürümeye takat bulamayan ayaklar, alınamayan nefesler tanıdık mı sizlere de? Zira etrafımız bir sürü farklı bireyin hissettiği bu ortak haller ile çevrili. Ya biz? Nasibimizi almış olabilir miyiz bu haleti ruhiyeden bir miktar? Kim bilir…
Kapayalım şimdi gözlerimizi. Bulduğumuz nefesi diriltmenin gayreti var sırada. Daha çok açalım pencereleri. Maviye daha çok bakalım mesela. Yeşil bize hayat olsun, âlem bize nefes… Kaçmak çare değildir evvel bunu bilelim. Ortak kelam şu: “Bir an önce bu yaşadığımı unutmak istiyorum. Bir an önce aklımdan atmak istiyorum. Ben bu yükü nasıl taşırım. Böyle bir acıya nasıl katlanırım.”
Sayısız sorunun, var olan girdabı kamçılama serüveni… Haddi aşan pişmanlık hissi ve ümitsizlik dolu olan içi, daha da bitik hale getirme çalışmaları bunlar. Çıkılamayan yanlış bir döngü… Yorulmuş, bir adet beden nihayetinde. İçinde harap olmuş zihin ile kalp. Gökyüzünün azameti karşısında, göğü içine alamayan nefessiz kalmış sayısız insan. Çözüm kaçış değildir bu bir. Unutmak mümkün değil bu da iki.
İmtihan; anın içinde, anı yaşayabilmeyi becerebilecek gücü yakalayanı yıkamaz. İnsan, içinde var olanla yaşamayı öğrendiği gün olgunlaşmış ve imtihanını göğüslemiş olur. Pişmanlık, bir sorunun temel çözümü değildir. Erdemlik; pişman olunanı tekrar etmemektir.
Dünya bir savaş meydanı gibi… Ya gözyaşı ile verilir bu savaş ya da çiçeklerle. Gözyaşı ile ikame edilip kaçılan imtihan, acı ile suni bir kazanç elde ettiğini sanır. Ama dersi alan, kalan ve kaçmayan, bağrı yansa da Allah’tan geldi diyen, çiçeklerle kazanır, çiçeği kazanır, çiçek açar, çiçek dağıtır.
Kapamayalım gözümüzü, gönlümüzü ve hem de evimizin pencerelerini… Arayalım bunun için muhtelif vesileleri durmadan. Göğe bakalım… Nefes verelim… Yeni bir nefes alalım… Bir nefes bir umut değildir. Bir nefes bin umuttur, bunu unutmayalım.
Bağrınız çiçekler açsın efendim.
Âmine Baran | Nisanur Dergisi | Ekim 2020 | 107. Sayı
Yorum yap