“Nereden başlayacağız?
Başlamakla başlayacağız.” diyor yazar Ray Bradbury ‘Fahrenheit 451’ adlı kitabında.
Başlamak, umut etmek ile ümitsizlik arasında süregelen savaşta, umudun galip gelmesidir bir nevi. Çünkü türlü badireler, zorluklar karşısında yere düşmüş fakat yıkılmamış insanoğlunun zor da olsa ayağa kalkıp yaşama dâhil olması değil midir başlamak? Düşmekten korkma yıkılmamaya bak. Nasıl ki; bir kalemin özünde yazmak varsa insanın da özünde düşmek vardır aslında…
Sevgili okuyucular, ilk defa bir romanın analizini yapacağız. Çünkü bilim kurgu türünde yazılan distopik bir kitap olan Fahrenheit 451, okurken heyecanlandırıp merak uyandırmak ile beraber aynı zamanda korkutan bir kitap. Bilim kurgu türü her zaman ilgimi çekmiştir. Eminim bu kitapla beraber sizin de ilginizi çekecektir.
Bir soru ile başlayalım:
Hep kitap okumamız gerektiği söylenir. Peki ama neden kitaplara ihtiyacımız var? Niçin onları okumalıyız?
Küçük bir örnekle anlatmak istiyorum. Düşünün ki; buz tutan bir gölün içerisindesiniz. Yüzmeyi biliyorsunuz ama yüzmeyi bilmek hiç bir işinize yaramıyor. Nefes alamıyorsunuz ve dibe çökmekten hiçbir farkı yok. Nefes almanız gerekiyor, bunun için ise başınızı gölden çıkarmaya ihtiyacınız var. O buzu kırmadığınız müddetçe yaşamanız mümkün değil. Bu durumda biri gelip baltayla buzu kıracak, başka çareniz yok. Yoksa yaşam kaynağı olan su, sizi kendi içinde öğütüp ölüm kaynağınız haline gelecektir.
Sizce bu örnekteki balta neyi sembolize ediyor? Ne olabilir bu kurtarıcı ve hayatınıza mana katacak vesile?
Siz düşünedurun ben verdiğimiz örnekteki sembolleri açayım:
Tahmin ettiğiniz gibi göl, içinde var olmaya çalıştığımız hayatımız. Bu hayatın içinde, kendimiz ile aramızda mesafeye neden olan ve bu mesafeyi aynı zamanda hakikat arayışı, düşünme, araştırma gibi insanın var olduğunu gösteren parametreler arasında da oluşturan çeldiriciler bulunmaktadır. Çeldiriciler o kadar ele geçirir ki insanı, beynin ve kalbin işlevselliğine zarar vererek nefes almasını zorlaştırır.
Tabiri caizse insanı, kendi belirlediği sınırlar dâhilinde karantinaya alan, onu çepeçevre saran ve gerçek manada nefes almasını engelleyen o buzul tabakası ise teknolojidir diye düşünüyorum. Teknolojiden kastım sadece telefonlar, tabletler falan değil. Her alanda insanı kontrol altına alan ve gelecek zamanda da kontrolü bütünüyle eline alacak olan teknolojiden bahsediyorum. İnsanı tek tipleştirip, herkesleştiren ve aynı zamanda beyni uyuşturan buzulların etkisini kıracak bir baltaya ihtiyaç var. Hiç şüphesiz bütün önyargıları, düşündürüp sorgulamayı engelleyen at gözlüklerini kıracak olan balta: kitaptır. Franz Kafka ne diyordu:

“Bir kitap içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı.”
İşte bu yüzden kitaplara ihtiyacımız var. Okumazsak eğer sorgulama, düşünme vb. yetilerimizi kaybedeceğiz ve nefes alıyor oluşumuz hiçbir anlam ifade etmeyecek. Hayatımıza mana katmak için kitapla zenginleşmemiz şart.
Yazar Ray Bradbury kitapta: ‘Bir kadın kitaplar için yanabiliyorsa, kitapların içinde bir şeyler olmalı.’ Diyor.
Fahrenheit 451, 1953 yılında yazıldı. Fakat kitap, konusu itibariyle hala çok satılanlar arasında. Yazarın oluşturduğu distopik düzende insanlar, günlerinin çoğunu televizyon izleyerek geçiriyorlar. Onları mutsuz edecek, düşündürüp kaygılandıracak ne varsa ortadan kaldırılmıştır. Ortadan kaldırılanların başında elbette ki kitaplar var. Hayatlarındaki birçok şey çok iyi bir düzeydedir. Teknoloji gerektiği kadar gelişmiş, hayatlarında onları kaygılandırıp düşündürecek, sorgulatacak hiçbir şey kalmamıştır. İtfaiyeciler yangınları söndürmek yerine insanları huzursuz eden(!) kitapları yakmak ile görevlidirler.
Kitabın kahramanı olan Montag, yasak olan kitapları yakmakla görevli bir itfaiyecidir. Komşusu Clarise ile tanışana kadar, ne yaptığı işi ne de yaşadığı hayatı sorgulayan Montag bir gün kendine şu soruyu sorar: Ben mutlu muyum?
Bu soru ile beraber hayatı ve yaptığı işle ilgili sorgulamalar, domino etkisi yaratıp onu bambaşka bir değişime sürüklüyor. Kitapları için yanan kadını gördükten sonra gizli gizli kitap okuyarak bir uyanış evresine geçiyor. Sonrasında sistemin yanında yer almayı bırakıp sistemin karşısına dikiliyor. Sistem kendine karşı çıkılmasını asla istemediği için onu imha etmeye çalışıyor. Montag kaçmak zorunda kalıyor ve bu kaçış sonunda tıpkı kendisi gibi kendi öz varlıklarını korumak için kaçan kişilerle karşılaşıyor. Her biri yasaklanan ve yok edilmeye çalışılan kitapları ezberleyerek ve bu ezberlerini başka kişilere aktararak kitapların imha edilmesine çözüm bulmuşlardır. Çünkü sistem hiçbir zaman beyinlerine, düşüncelerine ulaşacak kadar güçlü olamayacaktır.
Kitabın yazarı, kitabı yazdığı dönemde insanların çok fazla televizyon izlemesinden korkarak bir daha kitap okunmayacağı konusunda endişelendiği için bu kitabı yazma ihtiyacı hissetmiştir. Nitekim günümüze baktığımızda, yazarın geçmişte yaşadığı kaygının yersiz olmadığını görüyoruz.
Kitap, yanan bir mum gibidir. Okunduğu müddetçe kafamızın içindeki karanlıkla mücadele edip ruhumuza hayat verecektir. Fahrenheit 451 de duygularıma dokunan bir kitap oldu. Işığını alıp ruhuma sabitledim karanlığımla mücadelesi için. Son olarak kitaptan bir paragrafla sonlandırmak istiyorum:
“Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı, derdi dedem. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev veya duvar, yapılmış bir çift ayakkabı veya ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında sen orada olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştüğün sürece, derdi. Sadece çim biçen adamla, bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır, derdi. Çim biçen adam arada olmasa da olurdu; bahçıvansa bir ömür boyu orada olacak.”
İyi okumalar, vesselam.
Zeynep Dal | Nisanur Dergisi | Mayıs 2020 | 102. Sayı
Yorum yap