Elif YüksekYazarlar

Eteklerinde ruhumu dinlediğim belde

Yeşile
Boya beni yar, yemyeşile
Adın aksın içime
Yâdın hep dumanı üstünde
Terütaze…
Nesin sen
Gül mü gülistan mı?
Bağ mısın bahçıvan mı?
Can mı canan mı?
Söyle…
Güle benzettim ben de
Narin ve nazende
Yol bulup gelsem de
Aheste…
Gönül bağımda inci
Ey ruhumun sevinci
Yâdımda hep birinci
Gitme…
Sen ki kemal aynası
Söylersin kiri pası
Ne var ki aşk yarası
Neştersiz erdirmiyor
Visale…
Sen!
Neşter-i can-ı tenimin
Afak-ı ruh-u erinim
Ben!
Sensiz billahi yetimim
Bir gedayı vehimim…

[ap_dropcaps style=”ap-square”]D[/ap_dropcaps]erin bir sessizliğin düşündürdükleri, engin bir okyanusta kaybolmaya ya da uçsuz bucaksız bir çölde yönünü kaybetmeye benzer! Korkuyu ve umudu, aynı anda ve aynı tonda hissettirir insana. Gerilim ve endişeyi, hüzün ve bekleyişi, arayış ve kararlılığı aynı dozda verir bünyeye. Ruhun susuzluğunu giderir bazen. Bazen de açlığını azdırır…

Kimsesiz ve sessiz naralar attırır kalbe de umudu visale yol kılar. Sorgulatır, ağlatır, güldürür, hüzne boğar dem dem. Derin bir sessizlik, uzun bir yolculuğa; zihin, kalp ve ruh üçgeninde bir anafora dönüşür kimi için. Çok uzaklara savurur kimini. Kimiyse onunla savrulur durur ve durulur. Kopamaz ondan, ayrılamaz. Vazgeçemez…

İşte öyle bir vesile: Medine! Eteklerinde ruhumu dinlediğim belde. Kokusunda kaybolduğum, göğündeki yıldızlarla söyleşmekten mutluluk duyduğum… Ama bir o kadar muamma, bir o kadar sır otağı.

Medine’nin havası serin, suları tatlıdır. Gönlün pasını gidermeye, zihnin kirlerini sökmeye birebirdir. Bir damlası kâfidir hatta. Bir nebze soluklanmak, yeter de artar bile gönül mahzenlerine korkusuzca inmeye.

Vaktiyle ‘nasıl kokuyor’ diye sormuştum, oralara gidip gelmiş birine. Şimdi düşünüyorum da ne zor sormuşum. Medine, kokusunun dengi olmayan ve rengi anlatılamayan bir belde! Burun kemiklerini sızlatırken gülümseten, gönlü yakarken aydınlatan, ruha enfes kokular sunan… Ne de olsa bağrına Muhammed-ül Emin’i basmış, diyeceksiniz belki de! Olsun o kadar, diye de ekleyerek…

El hak, doğrudur! Hem de defalarca basmış Onu bağrına. Öksüzlüğün ilk döneminde, hicretin ilk günlerinde, ömrünün son demlerinde… Ve şimdi, Ravza-yı Mutahhara’da. Yeşil kubbenin yanı başında… Gök kubbenin hemen altında… Bir merdiven misali! Ruhları göğe taşıyan, kanatlandıran bir merdiven… Kokusuyla önce mest eden sonra kendine getiren; sonsuzluğa ve sırf güzelliğe meylettiren… Mekân ötesinden kokular ve tatlar ile ziyafetler veren… Ceset kalıbına bigâne, nefs artığına hâkim, gönül evinin baş konuğu olmaya ziyadesiyle layık; en layık!

Vesile-i tekâmül-ü ruh-u makber…

Girizgâh-ı gülistan-ı misk-u amber…

Evet, tam da öyle bir vesile: Medine! Gidip görmeye her şeyin değdiği bir yer. Gönül gözünü açan sükûnuna, her şey değer.

Değil mi ki Resulullah (AS) Efendimiz, Medine’yi çok severdi. Öyle ki; bir seferden döndüğü zaman Medine’yi uzaktan gördüğünde bineğini hızlandırırdı. (Buharî, Fedailu’l-Medine, 10) Allah bilir ne kokular gelirdi ruhunun duyumuna! Neler görürdü gözleri Yesrib semalarında! Neler duyardı gönlü, neler tadardı!

Gitmek gerek Medine’ye! Gitmek için ne gerekiyorsa yapmak gerek. Gidebilmek için çabalamak; elinden geleni ardına koymamak gerek. Gitmek ve görmek gerek. Eteklerinin dibine çökmek, kokusunu doya doya çekmek gerek. Mescid-i Nebevi’de secdeye durmak, dua dua yakarmak gerek. Cebindeki son kuruşa varıncaya değin, tasadduk etmek gerek orda. Gülümsemek, hüzünlenmek, içten içe sevinmek gerek orda. Telaşlanmak, üzülmek, ağlamak gerek orda. Duyguların tüm tonuna açık olmak; göğün rengine takılmak; seslerin tınısında sükûn aramak; gönlünün sesini dinlemek gerek orda.

Gitmek gerek Yâr’in dizlerinin dibine! Edeple varmak gerek huzuruna. Hürmetle selam vermek gerek, ta gönülden. Hasbıhal etmek gerek en sevgiliyle. Yeşil halının sınırında secdeye durmak, iki rekât namaz kılmak, sımsıcak yaşlar dökmek gerek.

Mescitlerin her birine gitmek, bakmak gerek! Hz. Ali Mescidi’nin kapısında durmak, aralıklardan içeri süzülmek, asrısaadete uzanmak gerek. Resulün geçtiği yerleri; geçerken ki hislerini, düşüncelerini kestirmeye çalışmak gerek. Sesinin tonunu algılamaya, havadaki moleküllerde mübarek sözlerini ve dahi nefesini duymaya meyletmek gerek.

Uhud’a gitmek, uzun uzun seyretmek gerek! Bastığı toprağı incitmekten korkarcasına, attığı her adımda Resul’ün izine değercesine, baktığı her noktada iman, ihlâs, vefa örnekleri görürcesine, duyduğu her seste Habibullah’ı dinlercesine dolaşmak gerek orda.

Evet, tüm şartları zorlayıp biran evvel gitmek; Gül Yüzlü Nebi’nin o gül kokusunu duymak, içten içe çekmek gerek! Ta ki; benliğinin eriyip ruhunun göğe doğru yol aldığını, adım adım O’na yaklaştığını hissetmeye başlayana kadar…

Elif Yüksek | Nisanur Dergisi | 80. Sayı | Temmuz 2018

Yorum yap