[ap_dropcaps style=”ap-square”]A[/ap_dropcaps]h yaşamak… Sende alınan her nefes yavaş yavaş tüketir de insanı kaşla göz arasında ölümün kucağına bırakıverir. Gerçekler duvarına çarpmazdan evvel ‘mutlu anlarım hiç bitmesin’ diye nefesimi tutardım, yaşamaktan saklanırcasına. Mutsuz olduğumda ise hızlı hızlı nefes alırdım, hayatımdan o anlar çabuk çabuk geçsin diye. Hani izlediğiniz bir filmi ileriye alırsınız ya onun gibi işte.
Yaşamak yara almaktır. İnsan bu nefesler arasında gide gele oluşan yaralarından dolayı hüzünlenir. İşte hüzün, ruhla yaranın göz göze gelmesiyle oluşan bir kokudur. Tam bu noktada insana düşen ise bu karşılaşmayı izlemektir sadece. Eğer insanoğlu izlediği şeyden bir ders çıkarır da hayatına çeki düzen verirse hüzün, misk-u amber gibi kokar. Ama eğer ders çıkarmazsa; hüzün, kötü bir koku olup boğar insanı.
Bu ay, insanın yitirilmişliklerinden oluşan hüzünleri ele alıp onlardan güzel kokular devşirmek için dersler çıkarmamızı öğütleyen bir kitapla karşınızdayım. Kitabım; Sezai Karakoç’un ‘Yitik Cennet’ kitabı. Bu kitabın her satırı insanı tefekkür diyarlarına götürecek nitelikte. Hadi gelin tefekkür diyarlarına beraber çıkalım…
Karakoç:
“Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme, bulma arzusunu uyandırır. Gurbette söylenir sıla şarkısı.”
Diyerek dünya zindanında gurbette olan insana, cennet yurduna olan özleminin bir gün mutlaka son bulacağını, vuslatın çok yakın olduğunu hatırlatarak kuruyan yüreklere su serpiyor. Fakat burada değinmemiz gereken bir nokta var. Hani diyor ya yazarımız: “Yitirme, bulma arzusunu uyandırır” diye, cenneti yitirip dünyaya gelen insan yitirdiğinin yerini doldurma çabasına girer. Eğer bulduğu hakikat ise bu dünyada bir nebze de olsa cenneti yaşayabilir ama bulduğu delalet ise yaşadığı hayatı cennet zannetse de yaşadığı yanılsama, çölde su görmenin ötesine geçemez. İnsanın, yitirdiği cennete özlemi ne kadar yoğun ve sürekli ise vuslatı da o oranda akıl alıcı güzellikte olur. Şunu unutmamak gerekir ki; özlem, peşinden sürüklemekte mahirdir. Özlem duyduğuna dikkat etmeli insan. Çünkü vuslat, özlem duyulanadır. Öyleyse Allah’a olan özlemini iliklerine kadar hisseden birinin vuslatını, varın siz hayal edin…
Nitekim Yazar:
“Bir dağa tırmanış, yükseliş, yüceliş gibi… Öyle ki dağın tepesine tırmanıncaya kadar çekmediğiniz kalmayacak ama bir başarırsanız, bütün bu sıkıntıları çekmeyi göze alır da dağın tepesine çıkarsanız, birdenbire bambaşka bir havayla karşılaşacaksınız; bütün çektiklerinizi unutturan bir manzarayla karşılaşacaksınız.”
Bir soru ile devam etmek istiyorum:
Sizce cennet ile dünya arasında en belirgin fark nedir? Herkes farklı bir cevap verecektir kuşkusuz. Bakın Karakoç ne diyor:
“Aslında insan için dünya o kadar yabancı değildi. Çünkü insan cennetteyken, enfüsi özde de olsa eşya ve çevre kavramına yabancı değildi. Ama dünyada asıl karşılaştığı yabancı unsur, zamandı. İşte ilk defaydı ki insan dünyada olduğunu anlıyordu. Zaman, dünya hayatının öteki dünya hayatına karşılaştığı en keskin renklerle ortaya çıkaran yeni bir ayraçtı.”
Bunu okuduktan sonra aklıma bir soru daha geldi tabi:
Acaba zaman, insanı yavaş yavaş zehirleyen bir olgu mu? Her insanın kendisine biçilen ömrü süresince zehrin dozu artıp azalmakta belki de, Allah bilir…
Karakoç kitabında, dokuz Peygamberden yola çıkarak insanın hem toplum hem de birey bazında, her peygamberin, yaşantısında yitirilen cennetin tekrar bulunmuş cennet olması için nasıl çabaladıklarının öyküsünü anlatmakta.
Hz. Âdem ile beraber “hayat ‘oluş’ olmaktan çıkacak, ‘varoluş’ olacaktı. Ebedilikten bir parça olan Hz. Âdem’in hayatına buğday, faniliğin mayasını katıyor, böylece ebedilikle faniliğin karşılaşmasından insanlığın varoluş dramı doğuyordu.”
Hz. Âdem varoluşun sembolüydü. Zamanın kasıp kavuran varlığıyla beraber daha dünyadayken, dünyadan çıkarak ve ölmeden önce ölerek yitirdiği cenneti bulma çabasına girecektir. Yüreği Allah’ı bilmişti bir kere nasıl unutup vazgeçebilirdi ki. Yazar diyor ya hani “Aşk gönlün alın teridir.” diye. Hz. Âdem de aşkı ömrüne azık ederek Allah’a kavuşacağı günü bekleyip durmuştur.
İnsanlık var olmayı öğrenmişti fakat var olmayı sürdürebilmeyi henüz bilmiyordu. Bu noktada Hz. Nuh, sürdürebilme imtihanıyla karşımızda…
“İnsanlık sürdürebilme imtihanını; ‘hayat’ imtihanını Hz. Nuh’la verecektir.”
İnsan yaşamının belirli dönemlerinde tarih, zaman, hayat ve kader problemleriyle yüz yüze geldiğinde boğulacak gibi olur. Bu, insanın tufanı olur. Fakat fırtına ne kadar şiddetli olursa olsun en büyük tehlike anında bile onu kurtarabilecek bir ‘Nuh’un Gemisi’ vardır.
“Ey inanmış kişi, korkma! Bütün insanlık inkâr ve sapıklık batağına gömülse de senin için nurlu bir iz vardır. Unutma ki Allah’ın razı olduğu kişiye tufan bile bir sığınaktır.”
Peki, sen her durumda sığınabileceğin güvenli gemini buldun mu?
Sonra Hz. İbrahim geldi ve kalbin eşyaya dost olan eğilimini kırarak gerçek dostluğa yol arama kahramanlığıyla öncü oldu.
“Nasıl her mümin kendi içinde kendisine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini, hakikat önünde kurban etmeye razı olmadığı sürece kendisine açık ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde özeleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla, ateşle dikilen bir İbrahim’e ihtiyacı vardır.”
Yazar:
“Allah’a inanmış ve O’nun uygarlığını gerçekleştirmeyi ülkü bilmiş insanlık olarak, Hz. Âdem’le yaratıldık, Hz. Nuh’la yaratılışımızın var oluşuna çevrilişini kesinleştirdik. Hz. İbrahim ile inanmışlar milletini ve toplumunu kurduk. Hz. Yusuf’la da devletini kurma ödevi belirdi. Hz. Musa, Davud ve Süleyman ile süreç olgunlaştı. Böylece devlet, dünya devleti olmaya doğru gitti. Dünya devleti ama dünyacı devlet değil.”
Hz. İsa ile beraber yitik cennetin sekizinci kapısı da tamamlanıyordu. Her peygamber cennetin bir kapısıydı. Cennet yavaş yavaş diriliyordu ruhta…
Ve son Peygamber, cennetin ta kendisi! Yeniden bulunmuş cennet. Onun gelişiyle beraber cennetin hasretiyle yanıp tutuşan gönüller, suya kavuşur gibi kavuşmuştu işte saadete…
“Her Peygamber, O’nun cephesiydi. Bütün cepheler Onda bütünlendi. Bu yüzden din Onda tamam oldu.”
“Bu yüzden, O’nda yeniden yaratılmış oldu insanlık. O, inananlar milletini yeniden arza getirdi. İnananlar toplumunu ve inananlar devletini kurdu. Kuralları bir daha değişmeyecek şekilde ortaya koydu. Putları kırdı ve Allah’ın tekliğini, benzersizliğini ilan etti. Korkuttu ve muştuladı, savaştı, yendi ve affetti.”
Ve tekrar bir cennet bahşedilmişti insanlığa. Fakat insanoğlu bu cennetin kıymetini bilebilecek miydi acaba?
Son olarak şöyle diyor yazar:
“Bir cennet bağışlanmıştır insana ve cennetinin bekçiliğini, koruyuculuğunu yapma onurundan da mahrum edilmemiştir insanoğlu. Ne büyük bir onurdur bu.”
Vesselam…
Zeynep Dal | Nisanur Dergisi | 80. Sayı | Temmuz 2018
Yorum yap