Bismillahirrahmnairrahim.
Hak kelimesi, bir şeye tam anlamıyla sahip olmak anlamındadır. Günümüz şartlarında sıkça duyduğumuz, aşina olduğumuz bir kavramdır. Canlı olsun cansız olsun herkesin, her şeyin hakkından söz edilir.
Elbette ki her şeyi yaratan Hak (CC), yarattıklarının muhafazasını bazı durumlara bağlamıştır. Her şeyin ve herkesin hakkını yerine getirme vazifesini de akıl nimeti ile şereflendirdiği kullarına vermiştir. Dünya hayatındaki düzen ve intizam, huzur ve mutluluk karşılıklı haklara riayet ile mümkündür.
Öncelikler olsa da herkesin kendi durumuna göre hak ve hukuku vardır. Haklarını yerine getirmede hassasiyet gösterme noktasında öncelik şüphesiz ki; her şeyin yaratıcısı, sahibi ve koruyucusu olan yüce Mevla’nındır. Akabinde zorlu elçilik vazifesini yerine getiren rasullerindir. Bunlardan sonra öncelik sırasına kimi koymamız gerektiğini ise yüce Mevla bildirmiştir. Yüce kitabın birçok ayetinde bu durum başka bir yoruma, tefsire mahal vermeyecek şekilde açık ve net olarak bildirilmiştir.
Allah (CC) insanın yaratıcısıdır, anne babası da bu dünyaya gelmesinin müsebbibidir. Bir şeyin olması için ona sadece “ol” diyen yaratıcı, sebepler âleminde de her şeyi bir sebebe bağlamıştır. İşte insanın bu dünya yaşamına gözlerini açmasına sebep olan kişilere karşı nankörlük etmemesi, kırıcı ve üzücü davranmaması yaratıcıya da şükrün göstergesidir.
“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyilik yapmanızı kesin olarak emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına erişirlerse sakın onlara “Öf!” bile deme, onları azarlama, onlara gönül alıcı tatlı ve güzel söz söyle!” (İsra/ 23)
Kendisine kulluğun hemen akabinde ana-babaya iyilik emrinin konulması, rastgele bir sıra olamaz. Hele ki artık güçten kuvvetten düştükleri, temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandıkları evreye geldikleri zaman, daha hassas ve daha kırılgan olurlar ki; böyle bir çağda onlara karşı ağızdan çıkacak her söze azami dikkat etmeli, sıkıntı ve bıkkınlık ifade eden “öf” dahi söylenmemelidir. En büyük zulüm olan şirk konusunda ve Rabbinin farz olan emirlerini yerine getirme konusu haricinde kalan durumlarda, anne ve babanın gönlünü hoş edecek şekilde davranmak evladın borcudur.
“Eğer anne-baban seni, ilahlığına dair bilgin olmayan şeyleri bana ortak koşmaya zorlayacak olurlarsa, o taktirde onlara itaat etme. Fakat yine de dünyada onlara gerektiği ölçüde sahip çık. Sen, her işinde bütün gönlüyle bana yönelmiş, sürekli benim rızamı arayan seçkin kulların yolunu izle. Sonunda dönüşünüz bana olacak, ben de bütün yaptıklarınızı size tek tek haber vereceğim.” (Lokman/15)
Ayetin ifadesine göre böyle bir durumda dahi evladın dünya hayatında güzellikle muamele etmesi, onlara sahip çıkması gerekmektedir.
Ebu Bekir-i Sıddık, İslam dairesine ilk girenlerdendir. Hatta sorgusuz sualsiz, arkadaşının davetine icabet edendir. Ancak iman şahsidir ve kalbidir. Eşi henüz Müslüman olmamışken kızı Esma’nın yanına gider, onunla konuşmak isterdi. Bu durumu Hz. Esma Rasulullah’a şöyle sorar;
“Müşrik olan annem yanıma geldi, benimle görüşmek, konuşmak istiyor, anneme iyi davranayım mı?”
Rasulullah (AS); “Evet, ona gereken hürmeti göster.” buyurur. (Buhari, Müslim, Ebu Davud)
Rasulullah (AS); “Anne ve babanın çocukları üzerindeki hakları nelerdir?” diye soran adama da:
“Onlar senin cennet veya cehennemindirler.” buyurmuştur. (İbni Mace)
Allah Rasulü (AS)’nün, yaşlı anne-babası olmasına rağmen cihada gitmek isteyen sahabeyi; “Dön de anne-babanın hizmetini gör” diye çevirmesinden… En hayırlı ameller sorulduğunda, namazdan sonra anne-babaya itaati saymasına… “Allah’ın rızası anne-babanın rızasında, gazabı anne-babanın kızmasındadır” demesinden, büyük günahlar arasında anne-babaya asi olmayı saymasına kadar birçok hadisinde konunun ehemmiyetini dile getirmiştir.
Evlatların anne-babalarından daha doğru ve isabetli düşündükleri, işleri daha iyi yaptıkları, hak ve adalet ölçülerine daha uygun davrandıkları durumlar da olur elbet. Böyle durumlarda dahi evladın ebeveynini küçük görmesi, kalplerini kıracak sözlerden kaçınması gerekmektedir.
İnsanoğlu özellikle evlenip de kendi ailesi, çocukları olunca yüzünü ailesine sırtını da anne-babasına dönmeye meyillidir. Kendi küçüklüğünü, anne-babasının onun için yaptıklarını çabuk unutur ya da yetersiz ve eksik görmeye başlar. Kimi evlatlar ebeveynlerini cahil ve bilgisiz olarak görmekte, bunu onların yüzüne karşı söylemekte bir beis görmemektedirler. Kimileri bu kör zihniyetle ömürlerini bitirirken, İnsanlardan bir kısım da Kur’an’ın ifadesiyle rüşt çağına ulaştığında aklı başına gelmekte, hatasının farkına varmaktadır.
“Nihayet insan olgunluk çağına erişip kırk yaşına varınca şöyle der: “Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeyi ve seni hoşnut kılacak salih ameller işlemeyi bana nasip et. Soyumdan gelenleri de salih insanlar yap. Tevbe edip senin kapına döndüm ve ben tam bir teslimiyetle sana boyun eğenlerdenim.” (Ahkaf/15)
Anne-babanın evladını koruyup kollaması, kendisinden evvel onu düşünüp onun isteklerini yerine getirmesi fıtri olsa da ne yazık ki; bu fıtratlarından uzaklaşan anne-babalar da yok değildir. Çocuğun onlara güzel muamele etmesi yüce Allah’ın emridir. Kucaklarına doğan çocuğu güzel terbiye etmesi, temel ihtiyaçlarını karşılaması da anne-babanın vazifesidir. Ondandır ki yüce Allah (CC) İsra Suresi 24. Ayette bunu şu şekilde bizlere bildirmiştir:
“En içten tevazu ve merhamet duygularıyla onlara kol kanat ger ve haklarında: Rabbim! Nasıl onlar beni küçüklüğümde şefkat ve sevgiyle terbiye edip yetiştirdilerse, sen de onlara öyle merhamet eyle, diye dua et!”
Güzel terbiye edilmiş, Hakk’ın yolundan şaşmayan evlat da anne-babası için bulunmaz bir hazine, sadaka-i cariyedir. Rasul-ü Ekrem (SAV): “Kişinin ahirette derecesi yükseltilir.” buyurmuşlar, bunun üzerine o kimse:
“Bu yükselme (hakkım değildi) nereden geliyor?” der. Kendisine:
“Bu senin için evladının yaptığı istiğfar sebebiyledir.” denilir. (İbni Mace)
Sınırlı ömre sığmayan güzelliklerin daim olmasının yoludur, güzel yetiştirilmiş evlat. Çift taraflı bir kazançtır bu. Hem anne-babasına güzel muamele ettiği için evladın felahına, hem de arkasında böyle bir miras bıraktığı için anne-babanın felahına sebep olur. Aksi durum ya tek taraflı ya da çift taraflı bir hüsrandır. Çünkü anne-babasına gereği gibi davranmayan nasıl ki iflah olmaz ise, evladına zulmeden, acı çektiren anne-babalar da iflah olmaktan uzaktırlar. Evlat, Allah rızası doğrultusunda zulümlerine ses çıkarmasa da büyük mahkemede her hak sahibine hakkı tas tamam ödenecektir. O son mahkemeye kalmadan evvel haklar karşılıklı ödenmelidir.
Şu günümüz şartlarında ise her şey birbirine karışmış vaziyette. Çocukları her şeyin merkezine oturtan, ellerinde olsa dünyayı onların istedikleri yöne döndüren, hayatı onlara göre yaşayan anne-babaların, bu çocuklar büyüyüp anne-babanın rolüne büründükleri, onları tahakküm altına aldıkları zaman şikayetlenmeye hakları var mıdır?
Ve bu, Rasulullah (AS)’ın; Cebrail (AS)’ın “Kıyamet ne zamana kopacak?” sorusu üzerine “Bu konuda soru sorulan sorandan daha bilgili değildir.” cevabını vermesi ve akabinde Cebrail (AS)’in: “O halde onun alametleri nelerdir?” deyince de Rasulullah (AS)’ın: “Cariyenin kendi efendisini doğurması, yalın ayak fakir davar çobanlarının bina yapımında yarışmalarıdır.” (Buhari, Müslim) diye cevapladığı vaziyetin, insanın kendi eliyle gerçekleşmesi halidir.
Evlatlar ebeveyn rolünde olunca haliyle ebeveynler de evlat muamelesine tabi olur oldular. Bu ise tüm insanlık için felaketin habercisidir.
Rana Çeçen | Nisanur Dergisi | Mayıs 2022 | 126. Sayı
Yorum yap