Hamd, her şeyin yüceliğine, kemâline ve büyüklüğüne nispetle hiç hükmünde olduğu Azim olana; salât ve selam, Azim olanın “Sen yüce bir ahlak üzeresin” dediği Peygamber Efendimiz’e olsun.
Eşyayı fark etmeye başladığımız, ilk çocukluk dediğimiz dönemlerde başlarız, büyüklük sıralamalarına. Kâinatı fark eden yetişkinlerin yaptıkları da bundan pek farklı değildir esasında. “Fil büyüktür ancak dağ ondan daha büyüktür. Yer ve gök dağdan da büyüktür.” cümleleri çocukluğumu anımsatırken; “Fil ve dağın büyüklüğünü gözüm kuşatabilir ancak yerin ve göğün büyüklüğünü kuşatamaz. Gözümün kuşatamadıkları da iki kısımdır o halde. Akılların hakikatini idrak edebilecekleri ve edemeyecekleri.” cümleleri de bir yetişkin olduğum gerçeğini hatırlatıyor.
“Allah çok mu uzun ya da büyük?” sorularını duyarız çocuklardan genellikle. “Hiçbir aklın düşünemeyeceği kadar büyüktür ya da akılların hakikatini idrak edemeyeceği, ihatası imkânsız, Mutlak Büyüktür Allah (CC), Azim’dir. Kuyumcu terazisi her şeyi tartamadığı gibi aklımız da yetersiz kalır Allah (CC)’ın büyüklüğünün hakikatini anlama noktasında.” şeklindeki cevaplarımızın çocukça olmaması, farklı bir yol izlememiz gerektiğini söyler bize. Azametin, kudretin ve izzetin varlıklar üzerindeki tezahürünü örneklerle anlatmak; çocukların algılamasına daha yakın bir dil olsa gerek.
Büyüklük sıralaması başka bir varlığa kıyasla yapılır genellikle. Tüm varlıklar kendilerinden daha aşağı varlıklara nispetle büyüktür. Ancak Allah (CC), kayıtsız şartsız büyüktür. Yarattıklarını, yarattıklarındaki işleyişi bile tam görememiş insanlık, Zatı’nın hakikatini anlama noktasında sonsuz acizdir. Öyle ki O’nun azameti ancak kendine malumdur.
“…O’nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O’na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara /255)
Kâinat kitabındaki ahenk, düzen, idare ve uyum; zerreden kürreye her varlığın boyun eğdiği bir zatı gösterir. Eser varsa müessir, faaliyet varsa fail vardır demek için aklıselim olmak yeterlidir. Birbirinden habersiz, cansız ve şuursuz her bir varlık diğerinin yardımına koşturuluyor ise ortada akılların alamayacağı büyüklükte bir kudret, ilim ve iradeden söz etmek mümkün. Bir çiçeğin yaşamı için yerdeki, gökteki ve havadaki tüm unsurlar bir araya geliyorsa; her birinin varlığı ve faaliyetleri, o çiçeğin yaşamı için elzem ise ve en önemlisi de onların bundan haberi yoksa… Okların gösterdiği yöne bakmamak kör bir inat değil de nedir? Kocaman bir kilim hükmünde olan âlemlerde ortaya çıkan görüntüler, Sani’i işaret etmez mi?
Desenin ortaya çıkabilmesi için her bir ipin bağımsız olmadığı, aksine diğer iplerle ilişkili olduğunu gören beden ve ruhta oluşan hayret duygusu, onu Azim olana götürmez mi?
Perde arkasındaki muazzam terbiyeyi, muhteşem saltanatı görmemek için kişinin melekelerini yitirmiş olması gerekir. Zerreden güneşe, bütün mevcudatı hükmüne boyun eğdirip idare edecek kadar büyük olan yaratıcıyı görmemenin başka izahı var mı, bilemiyorum.
Selimiye Camii, Mimar Sinan’ın ne kadar büyük bir mimar olduğunu bize fısıldasa da; sanatın inceliklerine sahip bir mimar-mühendis kadar değerlendiremez, zevk alamayız. Varlığını O’na borçlu olduğunu, ihtiyaçlarını O’nun lütuf ve keremiyle giderdiğini, maksatlarının gerçekleşmesinin O’nun iradesine bağlı olduğunu bilen bir fıtratın kâinattan aldığı zevk ile Yaratıcısı ile ilişkisini koparmış fıtratın aldığı zevk ve ulaştıkları noktalar da elbette farklı olacaktır.
Âlemleri “Yaratan Rabbinin adıyla okumayan”, nefsi hesabına müşahede edenin Hakkı görmesi beklenemez. Ben kendimin sahibiyim, dilediğimi yaparım düşüncesi, kişiyi her şey kendine sahiptir fikrini kabule götürür. Zahirde bir yaratıcıya boyun eğmez ancak her şeye boyun eğer vaziyete düştüğünün farkında bile değildir.
Kendini, kendindeki acizliği gören kul, kâinatın yaradılışındaki hikmet ve esrarın heybeti karşısında eğilme ihtiyacı duyan bir ruh ve bu ihtiyaca cevap verecek şekilde yaratılmış bir bedenin gereğini yapar. Rükûda “Sübhane Rabbiye’l Azim” yani “Beni en güzel şekilde terbiye eden Rabbim Azim’dir, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.” der ve her varlığın yaptığını bilinçli ve isteyerek yapar, boyun eğer… Çünkü küçük bir yaprağın yaratılışındaki sırra dâhi sözünün geçmediğini anladığında yani kendi küçüklüğünü fehmettiğinde bu onu ihtiyaçtan uzak, hakikatteki tek büyüğe, Azim olana boyun eğmeye götürür.
Bu boyun eğiş zorunlu değil, isteyerek, bilerek yapılmış bir tercihin sonucu olduğundan eğildikçe sahibini yüceltir. Kâinat orkestrasının uyumlu bir parçası, tamamlayıcısı, canlı bir şahidi olur.”Sadakallahü’l Azim” yani “Azim olan Allah (CC) doğruyu ifade etti, hakikati ders verdi” der, bu dersi seve seve alır.
Allah (CC)’ı Azim ismiyle tanımak, O’ndan gereği gibi korkmayı, itaat etmeyi, hatırlamayı, şükretmeyi, emir ve yasaklarına saygı gösterip çiğnememeyi gerektirir. Zira hiçbir insan veya varlık, Allah (CC)’ın yüceltildiği gibi yüceltilmeyi hak etmez. Rabbimizin “Onlar hakikaten iman eden gençlerdi” dediği Ashabı Kehf gibi olmayı gerektirir belki de. Ben ilâhınızım diyen bir müsveddenin karşısına geçip “…Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.” (Kehf /14) diyebilmek, Azim olanı görebilmek, tanıyabilmekten geçer zannımca.
Bir yakınım üst katlarında oturan, Hamza adlı bir gençten söz etmişti. Hz. Hamza’nın Müslüman oluş hikâyesinden çok etkilendiği için adını Hamza olarak değiştiren Alman genç de Azim olanı görenlerdendi. Görmenin tabii sonucu olan sevme de gerçekleşmiş olacak ki; adıyla beraber dünyasını da değiştirmişti. Hamza’nın göğe kilitlediği bakışı, yakınımın dikkatini çekmiş ve tenis müsabakası seyircisi gibi bir Hamza’ya bir de baktığı noktaya nazar etmekten alamamıştı kendini.
Hangi âlemlerde yolculuk ettiği, bakışının nereye kadar uzandığı bilinmez ama eli boş dönen görülmemiştir bu seyahatten. Gözlerdeki hayret, kalpteki heyecan, akıldaki sükûnet, ruhtaki tatmin olma gibi kazançlarla her dem yenilenen bir imana ne çok ihtiyacımız var oysa.
“Ey azametiyle taşın katılığını terk ettiği, ateşin yakıcılığından vazgeçtiği Azim, taşlaşmış nefsimin, yakıcı arzularımın şerrinden Sana sığınırım. Senden başkasına boyun eğdirme beni/bizi.” (Âmin)
Gülfer Ekmen | Nisanur Dergisi | Ocak 2019 | 98. Sayı
Yorum yap