ManşetSuna Tutak

Birbirimizin Farkında mıyız?

Bismillah…

Her birimize ayrı ayrı nimet verip bizi donatan Rabbimize hamd-u senalar olsun… Sevgimiz, desteğimiz, selamımız tüm ömrünü ve gayretini ümmetine adayan, hayatını canlı bir Kur’an kılan Muhammed (SAV)’dir…

Tekâmül sürecimizde kendimizin bir üst versiyonunu ortaya çıkarma gayretinde ve bizlere verilen tüm nimetlerin bir gün hesabını vereceğimizin bilinciyle “Aile” nimetinin ve “Aile fertlerimizin” ne kadar farkındayız? Onlardan ne kadar haberdarız?

Üzülerek de olsa günümüzde insanların artık aile kurumunun değerini bilmediğini görüyoruz. “Bekârlık sultanlıktır”, “Evlenip de ne yapacaksın?”, “Koca güzel bir şey olsaydı adı ‘Gonca’ olurdu”, “Koca kocattığı için adı ‘Koca’ olmuş”, “Git hayatını yaşa” gibi tavsiyeler ve söylemler, gençlere ya da evlenme hazırlığına girişmiş çiftlere bol bol, üstüne basa basa dikte edildiğine şahitlik etmekteyiz…

Şunu mu unuttuk acaba; Evlilik güzel olmasaydı Rabbi Rahimimiz helal kılar mıydı?

Kişilerin her geçen gün daha da birbirini ötekileştirdiği, yok saydığı, değersizleştirdiği, anlamadığı ve anlamaya çalışmadığı bir ortamda evlilik kurumunu suçlamak hiç de adilane olmamaktadır şüphesiz…

Peki, aile kurumunun nimet olduğunu düşünen bizler, aile çatısı altında birbirimizin ne kadar farkında ve ne kadar birbirimizden haberdarız? Birbirimizle duygularımızı paylaşarak, hislerimizi paylaşarak, bir şeyler hissettiğimizi hissettirerek, hissedildiğimizi hissederek ortak bir duygu paydasında buluşabiliyor muyuz?

Ailemizde her birey birbirine sormalı, biz birbirimize ait miyiz?

Fert olarak başladığımız yolculuğumuzda “Biz” olabildik mi?

İki sene, üç sene, on sene önce neydik ne olduk? Bağlarımız daha mı kuvvetliydi yoksa daha sonra mı ayrışarak yabancılaştık?

Birlikteliklerimizi derinlikle yaşayıp hatıralara dönüştürebildik mi?

Birbirimizin baharı olabildik mi?

Biz neydik ne olduk?

Aile çatısı altında birbirlerinden haberdar olmak demek, her an, sürekli, bir arada, iç içe olmak demek midir? Bireysel alanlarımız olamaz mı? ‘Ben’ olayım derken aşırılıklarda savruluyor olabilir miyiz?

‘Biz’ olmak ‘Ben’ olmaktan geçer şüphesiz. Fakat aile paydasında insani paylaşımları yapmadan, akşam yemeğinde yok, market alışverişinde yok, hasta olunca ortada yok, okul kayıtlarında yok, evdeki her şey kırık dökük, tamir edilmesi gerekiyor ama yok, benim sohbetim var, benim dersim var, ben arkadaşlarla buluşacağım, halı saha maçım var, tez çalışmam var, akşam peynir ekmek yiyin, sizinle ilgilenemem, gibi sorumluluktan kaçarak ‘Kendime zaman ayırıyorum’ deyip ailenin alanı ihmal ediliyorsa burada sağlıklı bir “Ben” olma sürecinden bahsedemeyiz…

“Ben” olabileyim derken de çok ayrıştırılmış yaşamlar, hiç birleşmeyen birliktelikler, kendimizi tamamen yalıtarak, kesişemediğimiz bir ortam da olmamalı pek tabi ki…

İşgal edilmeden ve işgal etmeden birbirimizden haberdar olabilmeliyiz. Burada bir soru sorabiliriz: Sağlıklı ‘Ben’ ve sağlıklı ‘Biz’ inşa etmek nasıl olmalıdır?

Tabi ki kendimizin de özel zamanlara ihtiyacı var. Hatta benim bireyselliğe ihtiyacım olduğu kadar eşimin de çocuğumun da ihtiyacı olduğunun farkındalığında olacağız…

Kendine ait alan açarken ailede sorumluluk alanlarımızı ihmal etmeden bireysel zaman arayışına girebiliyorsak eğer olumlu minvalde bireyselleşmeden bahsedebiliriz. Sorumluluklar yerine geldikten sonra, ‘Kendime özel zaman ayırmak istiyorum’ talebi gayet makul ve anlaşılır olmalıdır.

Merkezde ailenin yer alması gerekiyor. Akademik kariyerini ön planda tutup, arkadaş ilişkilerini ya da kök ailesini önde tutup evdeki insan ihtiyaçtan, ihmalden, ilgisizlikten tükenmemeli… Çocuklar babasız ya da annesiz, eşler de karısız ya da kocasız kalmamalı… Aileden çalıp başka yerlere yama yapılmamalı… Kadın ilgisizlikten yalnız, erkek de fast food yemekten midesi kurumuş, çocuklar sanal dünyada daha da yalnızlaşmış olmamalı… Bu farkı fark edebilmek için de “Nerede aşırıyım, nerede eksiğim” diye sürekli bir iç sorgulama halinde olmalıyız… Ayrışmalı ama ayrılmamalıyız…

Mikro evren olan aile dediğimiz kurum, duygusal yoğunluğu yüksek olan bir yerdir. Aile çatısı altında bir tür farkındalık korunakları yaratmamız gerekli. Yemek ritüellerimiz, çay fasıllarımız kısacası birbirimizin varlığını hissedebileceğimiz zamanlarımız olmalı. Oturduğumuz evleri yuva yapan muhabbetlerimiz olmalı…

Günü bitirdiğimizde aile fertleri üzerinde düşünerek “Bugün ben ne yaptım, hangisinin ruhuna dokundum ya da kırdım, hangi yanlış işi yaptım” gibi düşüncelerimiz olmalı… Çünkü insan duygu ile beraber bir zamanın içinde olduğunda o anı zihnine ve kalbine işleyebiliyor. Eğer beden olarak orada olup zihinsel ve duygusal olarak orada değilsek; o zamanı hatırlayamıyor ve değersizleştirebiliyoruz.

Aile fertlerimizle anlamlı bir bağ kuramadığımızda biyolojik saatimiz işliyor ama ruhsal manada ölü konumunda olabiliyoruz… Çoğu zaman eşimizin, çocuğumuzun, anne-babamızın bizlerle duygusal bir bağ kurmaya çalıştığı bir zaman diliminde cep telefonumuza gelen bir mesaja odaklanarak dalıp gidebiliyor ve o bağ kurma girişimlerini boşa çıkartabiliyor ve hakkını veremeyebiliyoruz…

Teknoloji ile çok uzun zamanlar geçirdiğimiz durumlarda kendimizi de ailemizi de unutuyoruz. Teknoloji bizi adeta kendi dünyamıza hapsediyor. Teknoloji ile beraber aile olmanın özüne dair temel şeyleri her geçen gün daha da alıp götürdüğüne şahitlik ediyoruz. Birbirimizle geçirdiğimiz zamanın farkındalığı içinde kıymetini bilemiyoruz… Yoksa her birimiz sarhoş konumunda mıyız?

Çocuklarımızın ellerinden cep telefonlarını bıraktırmak giderek zorlaşmakta… Ergenlik çağında çocuklar mahremiyete çok ehemmiyet verirler, odalarında yalnız kalmak isterler, kendi hayatlarını yaşamak isterler diye diye çocuklarımıza özel kaleler inşa edip, birlikte yemek yeme kültürümüzden git gide uzaklaşmalarına göz yummamalıyız.

Yapılan araştırmalara göre, akşam yemeklerini bir arada yiyen ailelerin çocuklarında uyuşturucu kullanımı, depresyon, endişe bozukluğu, yeme bozuklukları daha az gözüktüğü saptanmıştır… Tabi ki mutlu, huzurlu, didişilmeyen, rızkı sadece gıdadan ibaret olarak görmeyen ailelerde…

Bugün gelinen araştırmalar gösteriyor ki; annesinin karnında olan bebek, sesleri duyabiliyor ve sese hareket ederek tepki veriyor. Ne acıdır ki; aynı bebek, dünyaya teşrif ettikten sonra anne babasına kendi sesini duyuramıyor…

Aile, duygularımızın eğitiminin yapıldığı yer olmalıdır. Geleceğe sağlam ve dirençli çocuklar bırakmak iyi bir aile ile mümkündür. Sevgi dolu bir aile; yaşamın sert rüzgârlarına, boran, fırtına ve kasırgalarına karşı bizleri koruyor ve bizi kişilik sahibi yeryüzünde ayakları yere sağlam basan insanlar kılıyor.

Çivisi çıkan dünyada birbirimizin hikâyesi olalım…

“…Ve dualarının sonu, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.” (Yunus;10)

Suna Tutak | Nisanur Dergisi | Ağustos 2022 | 129. Sayı

Yorum yap