Bismillahirrahmanirrahim.
Zamanın değişmesinden şikâyet eder herkes. Ardından değişen zaman değil aslında insandır, denilir. Dünya aynı dünyadır. Güneş, Allah-u Teala’nın bildiği zamandan beridir, aynı şekilde doğup batmaktadır. İnsanoğlu ise farklı zamanlarda değişik alışkanlıklar edinir. İmkânların değişmesiyle insan yaşamını etkileyen bazı durumların değişmesi gayet doğaldır. Hatta gereklidir. Ancak ilk insan Hz. Âdem (AS)’den günümüze kadar ve dünya hayatının tamamen bitimine kadar aynı şekilde varlığını koruyan ve koruyacak olan tavır ve davranışlar da vardır.
İnsanı yaratan onu cahil, bilgisiz olarak kendi haline bırakmamıştır. Gerek kendisiyle gerekse de yaşadığı ortamla alakalı olarak, nasıl davranması gerektiğinin ilmini ve bilgisini de vermiştir. İnsanı insan yapan işte bu bilgidir. Bu bilgi ile kişi hem Rabbi ile hem de çevresi ile şuurlu bir ilişki kurar. Bu ilişkinin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi edeb ile mümkündür. Çoğulu adab olan bu kavram, insanı türlü sıkıntı ve belalardan korur.
İnsan ilişkileri için Adab-ı Muaşeret, sevgi ve dostluk duygularını güçlendiren ahlaki davranışlardır. Halk arasında nezaket ve görgü kuralları olarak ifade edilse de çok daha derin anlamlar da barındırır. Bu, insanın tek başına bir dağ başında da olsa, kalabalık çarşılarda da olsa aynı his ve duyguyla hareket etmesini gerektirir.
İnsan hayatının her alanını tanzim eden yüce Allah, kulların gerek kendisiyle gerekse de birbirleriyle ilişkilerinde huzur ve sevginin devamının nasıl sağlanacağını, göndermiş olduğu nebi ve rasullerin hayatlarıyla da canlı bir şekilde göstermiştir. İlk insan ve aynı zamanda ilk peygamber Hz. Âdem (AS)’den son peygamber Hz. Muhammed (SAV)’e kadar her elçinin hayatı bu incelikleri barındırır. Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan her elçinin gerek Rabbi ile ve gerekse de toplumuyla ilişkilerindeki adabı, bize yol göstericidir.
Kul günaha meyilli olarak yaratılmıştır. Doğru ile yanlışı ayırt etmekle imtihan edilir. İmtihanı kazanırsa ne ala! Ancak kaybetmesi durumunda nasıl bir tavır takınacak, pişmanlığını nasıl ifade ederse edebe uygun olacak? Bunun cevabını en güzelinden Hz. Âdem (AS)’in kıssasından öğreniyoruz.
“Ey Âdem! Sen, zevcenle birlikte cennete yerleş de ikiniz de ondan dilediğiniz yerden bol bol yiyiniz! Ancak şu ağaca yaklaşmayınız! Yoksa ikiniz de kendine yazık edenlerden olursunuz.” (Bakara /35)
Daha sonra İblis’in düşmanlığı ve kendilerini kandırmaması konusunda uyarmasına rağmen, İblis’e kanıp yasağı işleyince, çirkin yerleri kendilerine açıldığında yaptıklarının farkına vardılar. Hatalarını anlayınca da Rablerine dönüp; “Ey Rabbimiz! Kendimize yazık ettik. Eğer sen bizi bağışlamaz, bizi esirgemezsen, zarara uğrayanlardan olacağız!” dediler. (Araf 22-23)
İşte bu pişmanlığın ifadesi ile insanın, İblis ile arasındaki fark ortaya çıkar. Onun içindir ki; Rabbine karşı hatasında olduğu gibi, insanlar arasındaki hatalarda da (hatada) ısrarcı olmamak, özür dileyeceği yeri bilmek kişiyi aziz eder.
İnsanlar arasındaki ilişkilerde kırıcı olmamakla beraber doğru bildiğinden ayrılmamak da önemlidir. En şiddetli düşmanla karşılaşırken bile sözü yumuşak söylemek gerekir. Ancak sözü yumuşak söylemek demek, doğru bildiğinden taviz vermek anlamına da gelmemelidir. Hz. Nuh (AS) gibi 950 yıl aynı gerçekleri haykırmaktan vazgeçmemek de edebin başka bir boyutunu ifade eder.
Büyüklere saygıda kusur göstermemek, adab-ı muaşeret kurallarındandır. Bu büyük, kendi inancını paylaşmasa dahi böyledir. Hz. İbrahim’in babasını hakka davetine, babasının sert karşılığına rağmen Onun; “Sana selam olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkardır.” (Meryem /47) cevabı da buna işarettir.
Konuşurken karşısındakileri rahatsız etmeyecek şekilde konuşmak edeptendir. Bu konuda da Hz. Lokman oğluna tavsiyelerde bulununca; “Sesini çok yükseltme. Çünkü seslerin en çirkini eşek sesidir.” (Lokman/19) Diyerek konuşmada ölçülü olmanın, insana yaraşan bir davranış olduğunu belirtmiştir.
Yine edep, kibirlenmemeyi, kendini başkalarından üstün görmemeyi gerektirir. Bunda da Kur’an’a müracaat ettiğimizde Hz. Lokman’ın evladına tavsiyeleri arasında; “Yeryüzünde böbürlenerek, şımarık yürüme! Çünkü Allah, kibirleneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol!” (Lokman/18) uyarısını buluruz.
Uyulması gereken adab-ı muaşeret kurallarından birisi de evleri ziyaret adabıdır. Bu konuda Rasulullah (SAV)’a gelen vahiy şu şekildedir: “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve selam vermeden girmeyiniz. Evde kimseyi bulamadığınız taktirde, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin ve size ‘dönün’ denirse dönün…” (Nur /27)
Nemrut’un Hz. İbrahim (AS)’e kendisinin de yaşatma ve öldürme gücüne sahip olduğunu söylemesi üzerine Hz. İbrahim’in ona; “Benim Rabbim güneşi doğudan getirip batıdan batırır. Dediğin gibiysen sen de batıdan getirip doğudan batır.” (Bakara/258) demişti. Buradan öğreniyoruz ki; insanlara hakkı anlatırken, söylediklerini çürütecek deliller getirmek, bunu uygun dille ifade etmek adaptandır.
Hz. Lut (AS)’un evine gelen misafirlerin melekler olduğunu bilmeden önce kendi halkına karşı onları koruması, misafire ikramın önemi kadar, kişinin çatısı altında bulunanları korumasının insani bir davranış olduğunu belirtir.
Hz. Eyyub (AS)’un; “Rabbine, başıma bu dert geldi. Ama sen merhametlilerin en üstünüsün.” (Enbiya /83) diye niyaz etmesi ile bela ve musibetler karşısında, nasıl bir edeb takınılması gerektiği öğrenilir.
İnsanlar dünyada bazen yoklukla kimi zaman da çoklukla imtihan edilir. Her iki durumda da haktan ve hakikatten ayrılmamak gerekir. Allah-u Teala’nın Karun’a verdiklerine karşılık, onun şükretmeyip böbürlenmesi ve verilenlerin kendisinin ilmi sayesinde verildiğini iddia etmesi, kendisinin malıyla beraber yere batırılmasına sebep olmuştur. Şükür sahibi olan Hz. Davut ile Hz. Süleyman (AS)’ın mülkleri ziyadeleşirken, Karun’unki kendisi ile beraber yok olmuştur.
Rana Çeçen | Nisanur Dergisi | Kasım 2019 | 96. Sayı
Yorum yap