Bismillahirrahmanirrahim…
İnsanın yapısında vardır sabırsızlık. Gün gelir kızarız en yakınımıza, tahammül edemeyiz yanlışına. İşimiz ters gider üzülürüz, dünyamız başımıza yıkılmış gibi hissederiz. Gün gelir işlerimizi yetiştiremeyiz, öfkemizi evdekilere yansıtırız. Gün gelir küseriz sevdiklerimize, konuşmayız bir süre, kırgınızdır çünkü. Özür dilemesine dahi tahammül etmeyiz sevdiğimizin.
Peki, bunlar ne zaman değerini yitirir? Ne zaman “Yahu ne anlamsız takıntılarmış” deriz kendi kendimize? Ne zaman her şey anlamsız gelir? Ne zaman “Keşke hiç kızmasaydım, küsmeseydim, o günler hiç yaşanmasaydı” deriz? Elimizdekini yitirince mi?
Düşünün, dün dargın olduğunuz yakınınız bir anda can pazarında… Bir bakıyorsunuz ki akşam kırgınlığı uzatıp dargın durduğunuz; fakat sabahında özrünü kabul edeceğiniz sevdiğiniz, hayata veda etmiş, size haber edemeden. Sabah gözünüzü açtığınızda pişmanlığınızı hayal edin…
Yine düşünün… Yorucu bir kiracılık serüveninin ardından, yıllarca çalışıp kazandığınız, dişinizden tırnağınızdan artırdıklarınızla huzur bulmayı ümit ettiğiniz bir yuva edinmişsiniz. Belki de en büyük hedefiniz böylesi bir eve sahip olmak olmuş ve çalışıp azmedip bu hedefe ulaşmışsınız. Sonra birkaç saniye içerisinde, yılların özlemiyle aldığınız evin tüm hayallerinize mezar olduğunu görüyorsunuz.
Hayatta öyle anlar vardır ki; en değerlilerimizi, birden değersiz kılıveriyor. Uğruna uzun mesailer harcayıp elde ettiğimiz şeyler, bir anda hiç oluveriyor. Eldeyken değerini, kıymetini bilmediğimiz, yapmamız gerekip de ertelediğimiz şeyler pişmanlığımız oluyor… Bazen de sahip olduğumuz şeyin zenginlik olduğunu, ancak kaybedince anlıyoruz.
Evlerimiz… Güvende olmak, huzur bulmak, barınmak, rahatça istirahat etmek için sığındığımız yuvalarımız… Kimi zaman geliyor kapısını, penceresini, duvarını, rengini, mobilyasını beğenmiyoruz. Yakınıp daha iyisini istiyor; lüks evler ve mobilyaları elde etmek adına ömür tüketiyoruz. Hâlbuki Rabbimiz bizleri, yalnız O’na kulluk edelim (Zariyat / 56) diye yarattığını bildiriyor.
Tükettiğimiz ömrün sadece fani şeylere yönelik olmasının bizim için ciddi kayıp olduğunu, bu durumun ahiretimiz için de tehlike arz ettiğini görmek gerekiyor. Öyle ki; bu fani, geçici dünyada imtihandayız ve kazanabilmemiz için yapmamız gereken ise Rabbimize kulluktur.
Biz ki; hakkıyla kulluk ettiğimizde sonsuz bir âlemde köşklere, evlere, saraylara sahip olacağımıza iman ediyoruz. Biliyoruz ki; bu dünyanın evleri ne derece lüks ne derece güzel olursa olsun geçicidir, hakiki lezzet veremez ve hakiki manada tatmin edemez. Bu dünyadaki kazancımız yok olmaya mahkûmdur. Ki; yakın dönemde şahit olduğumuz Elâzığ depreminde bunu müşahede ettik. Rabbimizin “Ol!” emriyle yerle yeksan, tuzla buz oldu evler…
Deprem bizlere başka dersler de verdi… Ölümün yanı başımızda olduğunu, her an ölüme hazırlıklı olmamız gerektiğini anladık. Öğrendik ki; bir nefesimizin dahi kıymetini bilmeli, bir saniyemizi dahi boşa harcamadan salih ameller biriktirmeliyiz.
Öğrendik ki; öldüğümüzü ve bize bir gün daha verildiğini varsayıp, günlerimizi o son gün gibi geçirmek gerekir. Öğrendik ki; her canlı ölümü tadacak, bâki olan Allah (CC) kalacak…
Öğrendik ki; ölüm ne zaman ve nasıl yazılmışsa o şekilde gelecek başa… Öğrendik ki; Rabbimiz “bitti” demeden bitmez, beton yığınları arasından sapasağlam/sağ çıkılırmış ve Rabbimiz “bitti” dediyse, sağlam çıksa da enkazdan, bir kalp kriziyle hayata veda edilirmiş…
Bir de dikkatleri celbeden apayrı bir husus vardı bu noktada: Mesela her şeyin kamuoyuna gösterildiği gibi olmadığı… Toplum mühendisliği yaparak kitleleri bilinçli olarak yanıltıp, yanlış yönlendiren ve kutuplaştıran, toplumu birbirine düşman yapmaya çalışan manipülatörlerin, sinsi çalışmalarının başarıya ulaşmadığı hep birlikte görüldü.
Baba, ağabey, kardeş, eş konumundaki kişileri hedef tahtasına oturtup potansiyel suçlu gibi göstermenin, nahoş fiillerle yaftalamanın, aslında bilinçli bir kara propaganda olduğu anlaşıldı. Babaların, evlatları için canını siper ettiği; onların potansiyel katili değil kahramanı olduğu görüldü.
Başka neler mi görüldü? Hatırlarsınız, Suriye’den ülkemize sığınan insanlar üzerinden yapılan algı operasyonlarını. Kardeşliğin idrakine varamayanlar: “Kendi ülkelerine gitsinler” demişti. Sonra bir Suriyeli muhacirin canıyla yaptığı isara şahit olduk ülkece. Kendisi için söylenenlere aldırış etmeden, imrenilesi bir çabayla enkaz altındaki “tanımadığı kardeşine” ulaşabilme çabası gösterdi. Elleriyle kazıdı betonu; parçalanmalarını dert etmeden… Kardeşleriydi mevzu bahis, elin kıymeti mi olurdu? İşte böylece tüm dünya tanık oldu; merhametin milliyeti olmaz…
Tarih boyunca olduğu gibi bir kez daha ırkçılık kaybetti, insanlık kazandı elhamdülillah. Kardeşlik, birlik ve beraberlik kazandı. Bir de akıllara o kardeşimizin şu sözleri kazındı: “Ben insanlık görevimi yaptım. İdlib’te bu olaylar her gün yaşanıyor. Onları unutmayın.” Sahi İdlib… Ne çok acın var…
Hülasa, tekrar düşününce… Bu deprem bize ne çok şey öğretmiş öyle…
Bir Hatun Teyzemiz var mesela… Saatlerce enkaz altında, beton yığınları arasında, soğuk kış gününde, nefes almakta zorlanılan toz toprak arasından çıkarken dahi başörtüsü isteyerek, yeleğini başına örtü yaparak ne kadar zor durumda olunursa olunsun iffetli olmayı öğretti bizlere.
Enkaz altında yatsı namazı kılanlar, tüm zorluklara, sıkıntılara rağmen imanın gerekliliklerini terk etmemeyi gösterdiler bizlere. Tüm bu telâşeler arasında Kur’an’ı yerde bırakmayıp yükseğe koyanlar, “Kıymet bilmeyi” anlattılar bizlere.
Rabbim depremde vefat edenlere rahmet eylesin. Kalanlara sabır ihsan eylesin ve bu imtihanlarında yardımcıları olsun. Depremzedeler için kol kanat olan, çabalayan, yardım toplayan herkesten de razı olsun.
Velhamdulillahi rabbilalemin…
Sümeyye Özbay| Nisanur Dergisi | Mart 2020 | 100. Sayı
Yorum yap